Çarşamba, Mart 28, 2007


“Bread, milk and butter are of venerable antiquity. They taste of the morning of the world.”
Leigh Hunt (1784-1859), The Seer

Simply breakfast


Salı, Mart 27, 2007

Oysters/ İstiridyeler


“As I ate the oysters with their strong taste of the sea and their faint metallic taste that the cold white wine washed away, leaving only the sea taste and the succulent texture, and as I drank their cold liquid from each shell and washed it down with the crisp taste of the wine, I lost the empty feeling and began to be happy and to make plans.”
.................Ernest Hemingway, A Moveable Feast
"I will not eat oysters. I want my food dead - not sick, not wounded - dead. "
................Woody Allen

Salı, Mart 20, 2007

Mide Bir Masal Diyarıdır


"Sürekli başıma geliyor, orada burada okurlardan çok iyi yemek yaptığıma dair tahminler işitiyorum. "Mutfakla aranız epey iyi olmalı" diyorlar, "bu kadar detaylı yemek tarifleri yapabildiğinize göre, siz de hayli iyi bir aşçı olmalısınız..." Aşçı mı? Oysa ben hani şu yumurta dahi kırmakta zorlananlardanım. Ömrü hayatımda ne bir kap yemek pişirmişliğim var, ne mutfağa girmeye kalkışmışlığım. İzlemeyi severim ben, görmeyi gözlemlemeyi okumayı ve araştırmayı severim. Velhasıl, yemek sözkonusu olunca teorim alabildiğine sağlamdır, sağlam olmasına da, pratik resmen sallantıda.

Yemek benim için seyirlik bir malzeme. Bir tutku. Bir saplantı. Bundandır Bit Palas ı yazarken İstanbul şehrini bir dilim yaş pasta gibi algılamam. En altta bir kat mezarlık, ölüler ve geçmiş, üzerine bir kat asfalt, modernitenin katları, aralarında Batılılaşma kreması... Katbekat komşular, koşuluklar, sırlar ve hikayeler... Bundandır yiyeceklerin romanlarımda salt bir dekor değil, başlıbaşına bir tema ve kimi zaman metaforlar olarak kullanılması. Yemek ile ilişkisi gayet "normal" ve her daim "sosyal" olagelmiş insanlara bunu anlatmak çok zor, biliyorum, ama yemek bazen bir hınç işidir, tutku işidir, saplantıdır, sanattır.

Eğer düzenli bir aile yapısı içinde büyüseydim farklı mı olurdu kestiremiyorum. Seyrederdim onları uzaktan. Sabah-öğle-akşam... Aile yuvalarında yemeğin bir ritmi ve sosyalliği vardır. Sofra kurulur, beraber yenir, sofra toplanır. Ne zaman, ne kadar ve ne yeneceğine ekseriya anne karar verir. Ben böyle büyümedim. Mesela gelirdim okuldan, Madrid de, ev boş, yalnızım geç vakte kadar, açardım koca bir paket cips, bir de incirli yoğurt ve geçerdim televizyonun karşısına, yemek sadece abur cubur, yemek tek başına yapılan bir şey, yemek bir sır, yemek bir yalnızlık çığlığı idi benim için çocukluğumda.

Zamanla sosyalleştim belki ama yemek ile aramdaki o duygusallık-kadınlık-yalnızlık üçlemesi hiç değişmedi. Kimi kadınlar yemek aracılığıyla hınçlarını alırlar. Toplumdan ve kendi bedenlerinden... Kimi kadınlar yemek aracılığıyla yaratmanın ve yıkmanın tadına varırlar. Onların hikayelerini yazdım romanlarımda. Bulimikler, anoreksikler kadar yemek metaforlarını da sıkça kullandım. Çünkü aslında ben yazıyı yenilebilir kılmak istiyorum. Her kitap bir sofra. Kimi yerlerde katılaştı ekşidi hikayeler, kimi yerde bir parmak bal kadar tatlı, kimi yerde akışkan şerbet kıvamında, kimi yerde ağulu bir acı, hüzün, öylesine...

Kelimeleri tadılır kılmak isterim gizliden gizliye. İsterim ki okur için bir ziyafet olsun her kitap, otursun masaya tek başına, alsın içine, tatsın, yesin ve doysun. Kelimeleri değil sadece, harfleri de tek tek tatsın, içine alsın ve değişsin kimyası onun da, tıpkı yazarken benim kimyamın değiştiği gibi...

Yemek ciddi mesele benim nezdimde. Kimbilir belki bir gün pişirmeyi de öğrenirim... "



*"Mide bir masal diyarıdır.
Hudut boylarını çikolatadan muhafızlar bekler.
Muhafızları yiyince, hiçbir engel kalmaz rejimi bozanın önünde. Uçsuz bucaksız ve yasaksız bir alemin kapıları açılıverir hududu geçince. Mide bir masal diyarıdır. Ve o masal diyarı boyunca insan ile hayvan, zarif ile kaba, güzel ile çirkin, uygar ile vahşi, çekici ile iğrenç arasındaki mesafe topu bir lokmacıktır. O da çabucak ham yapılır." s: 167

"Elli yaşlarında/ elli pare top atışıyla/ sızım sızım/ acısını kutlamakta/ her parede şıkıdım şıkıdım/ göbek atmakta/ evli barklı/ üç çocuk anası/ susuz limonlar gibi memeleri/ erken kurudu rahmi/ oysa sevmezdi kanını/ aklının ucundan geçmezdi/ özleyebileceği/ ama çabuk kabullendi/ zaten o hep öyleydi/ hep munis/ ve de suspus/ kimse ondan âlâ pişiremezdi/ ıspanaklı kol böreğini/ bir kaşığa dokuz mantı sığdırırdı/ kalem inceliğinde sarardı/ yaprak sarmasını/ inci gibiydi yazısı/ okuldayken yani/ o zamanlar her şey ne iyiydi/ ılık bir süt misali/ boğazından aşağı iniyordu hayat/ içini ısıtarak/ o zamanlar/ herkes etrafında pervane/ emrine amade/ sonradan kocası olacak hergele/ en çok da o/ nasıl da dolanırdı peşinde/ hergele lafı az bile/ bunca seneden sonra/ hiç utanmadan/ yaşına başına bakmadan/ sen kalk da/ mis gibi yuvanı/ gül gibi karını/ boyunca çocuklarını/ et feda/ hem de kimin uğruna/ kızı yaşındaymış valla/ yosmanın teki/ hevesi geçince/ parasını yiyince/ haydi yallah/ kışkışlayacak bizimkini/ sık dişini/ zaten erkek kısmının/ aklı sonradan gelir başına/ dayan çocukların hatrına/ hem, tek sen misin sanki/ hepimiz geçtik bu yollardan/ az ceviz kırmadı rahmetli babam/ hiç ses çıkardım mı bunca zaman/ farzet ki/ kızılcık şerbeti/ geçecek elbet/ geçmeli/ her şey gibi/ bu da geçip gidecek/ elbet dönecek/ diz çöküp af dileyecek/ senden âlâ yapabilir ki/ ıspanaklı kol böreğini/ hem kim sığdırabilir/ dokuz mantıyı bir kaşığa/ o şırfıntı mutfağın yolunu bilir mi sanki/ onun mahareti başka/ öylelerinin kadınlığı kibrit ateşi/ sönüverir yataktan çıkınca/ oysa sen/ senin kadınlığın dillere destan/ hem..." s: 8-9

"Tığ gibiydi babaanne. Öyle yavaş çiğnerdi ki lokmaları, dişsiz ağzında tel tel çözülerek tadını çoktan yitiren yemeğini nihayet yuttuğunda, ne yediğini unutmuş olurdu. Zaten bir önemi de yoktu. Yemek seçmek nankörlüktü. Öyle derdi. Öyle derdi ve zaman zaman, bile bile kötü pişirirdi yemekleri. Bazen hiç tut serpmez, bazen de acıyı basar ya da gıdım yağ koymazdı. Çocuk her şeyi yemeye alışmalıydı. Tabii, yememeye de." s: 183

"Mide bir masal diyarıdır. Kırk gün kırk gece boyunca dolup taşan ziyafet sofralarında som altından kadehlerle kuş sütü ve devasa kazanlarla çorba dağıtılan, ırmaklarından semavi şaraplar akan, şelalelerinde ölümsüzlük iksiri çağlayan, dağlarının doruklarından sıhhat balı damlayan bir edebi saadet diyarı. Ve bunun ne kadar boş olabileceği anlamak için, mamasından aldığı her kaşıkta gülücükler dağıtan gürbüz bir bebeğin mutluluğunu görmek yeter.

Mide bir masal diyarıdır. Her kırkıncı günün sonunda kırkıncı kapıdan çıkıveren ejderhanın ağzından püskürttüğü ateşle kül edip, ambarlarında tek bir buğday tanesi, sarnıçlarında tek bir su damlası bile bırakmadığı; yedişer senelik kuraklıklanı bereketini kuruttuğu ve kara ormanlarında kötü kalpli büyücülerin kazan kazan maraz kaynattığı bir ezeli lanet diyarı. Kimsenin doymak nedir bilmediği, kemirgen açlıklar diyarı. Ve bunun ne kadar korkunç olabileceğini anlamak için, ölüm döşeğinde yediğini kusan yaşlı ve hasta bir adamın ızdırabını görmek yeter.

Mide bir masal diyarıdır.
Ve her masal gibi, arka bahçesinde sırlanır." s: 197-198



*Elif Şafak, Mahrem, Metis Yayınevi, İstanbul, 8. basım, Kasım 2004
Kaynak: http://www.elifsafak.us/

Kişisel not: Gel de bu kadını sevme...

Cuma, Mart 16, 2007


“'When you wake up in the morning, Pooh,' said Piglet at last, 'what's the first thing you say to yourself?' 'What's for breakfast?' said Pooh. 'What do you say, Piglet?' 'I say, I wonder what's going to happen exciting today?' said Piglet. Pooh nodded thoughtfully. 'It's the same thing,' he said.”
........................A. A. Milne, The House at Pooh Corner

Campbell's Soup Can-Andy Warhol


Campbell's Soup II -Andy Warhol


Cream of Mushroom Soup-Andy Warhol


Portfolio of Ten Silkscreens-Campbell’s soup II


Campbell's Chicken Noodle Soup Box-Andy warhol

Çarşamba, Mart 14, 2007

Supper at the House of Burgomaster Rockox


Frans Francken II

Yalnızlığa Düşkünlük


Akşam yemeği yiyorum biraz, aydınlık pencerede.
Oda kararmış gökyüzü görünüyor. Dışarı çıkınca
geniş kırlığa götürür dingin yollar az sonra.
Göğe bakıyor ve yiyorum - kimbilir şimdi
kaç kadın yemek yiyordur - gövdem dingin;
sersemleştiriyor gövdemi iş ve her kadın.

Dışarıda akşam yemeğinden sonra, yıldızlar gelip
geniş ovanın toprağına dokuncaklar. Yıldızlar
canlı, değersiz ama bu bir başına yediğim kirazlar.
Göğü görüyorum. Biliyorum ama paslı çatıların
arasında parıldayan ışıkları ve altında yapılan
gürültüleri. Koca bir yudumla bitkilerin ve ırmakların
tadını alıyor kendini her şeyden ayrı duyan gövdem.
Biraz sessizlik yetiyor, her varlık kendi gerçek
yerinde duruyor, gövdemin duruşu gibi.

Sessizliğin uğultusunu dağıtmaksızın benimseyen
duygularımın önünde her varlık yalıtılmış.
Damarlardan geçen kanımı bildiğim gibi
her varlığı karanlıkta bilebilirim.
Tüm varlıkların akşam yemeği, koca bir suyun
otların arasında aktığı yerdir ova.
Kımıltısız yaşıyor her bitki ve her taş.
Bu ova üzerinde yaşayan her varlığın damarlarını,
beni besleyen besinleri dinliyorum.


..................................Cesar Pavese

Salı, Mart 06, 2007



'Everything in the room is eatable, even I'm eatable, but that's called cannibalism.'

................................... Johnny Deep as Willie Wonka

Pazartesi, Mart 05, 2007


“Tufan yatıştıktan sonra yiyecek bir şeyleri olsun istemişti. Sular altında geçirilen beş buçuk yıldan sonra sebze bahçelerinin çoğu süpürülüp gitmiş; geriye kala kala sadece pirinç tarlaları kalmıştı. Bu yüzden çoğumuz da Nuh'un gözünde iki ayaklı, dört ayaklı ya da bilmem kaç ayaklı müstakbel yiyeceklerden başka bir şey olmadığımızı biliyorduk. Şimdi olmasa bile, daha sonra; bizler olmazsak, çocuklarımız. Tasavvur edebileceğiniz gibi, hoş bir duygu değildi bu. Nuh'un Gemisi'nde bir paranoya ve korku atmosferi hüküm sürüyordu. Bundan sonra sıra hangimize gelecekti acaba? Bugün Ham'ın karısının hoşuna gitmeyecek olursanız, yarın akşam yahniniz yapılmış olabilirdi...”

...............................Julian Barnes-101/2 Bölümde Dünya Tarihi

Perşembe, Mart 01, 2007


"Mr Leopold Bloom ate with relish the inner organs of beasts and fowls. He liked thick giblet soup, nutty gizzards, a stuffed roast heart, liverslices fried with crustcrumbs, fried hencods' roes. Most of all he liked grilled mutton kidneys which gave to his palate a fine tang of faintly scented urine."

"Mr. Leopold Bloom kasaplık hayvanların sakatatıyla kümes hayvanlarının iç organlarını büyük bir iştah ile yedi. İçine ciğeri kıyılmış koyu kıvamlı tavuk çorbasına, yenilmesi kıtır kıtır taşlıklara, fırında yürek dolmasına, dilinip ekmek kırıntısına bulanarak kızartılmış karaciğere, morinabalığı yumurtasının tavasına bayılırdı. Hepsinden çok, damağını belli belirsiz yakan hafif idrar kokulu koyun böbreği ızgarasını severdi.”

...............................James Joyce / Ulysses