Çarşamba, Mart 19, 2008

Böyle yerdi Zerdüşt

"Entelektüelleri heyecanlandırmak, akademisyenleri galeyana getirmek için büyük bir düşünürün daha önce varlığı bilinmeyen bir eserini keşfetmek gibisi yoktur. Bazı ender bulunan 19. yüzyıl düello yaralarını tedarik etmek amacıyla yakın geçmişte Heidelberg'e yaptığım yolculukta, tesadüfen böyle bir hazine buldum. 'Friedrich Nietzsche'nin Diyet Kitabı' diye bir kitabın varolduğu kimin aklına gelirdi? Kitabın orijinalliği bazı aşırı titiz insanlara biraz şüpheli görünse de, eserin üzerinde çalışanların çoğu başka hiçbir Batılı düşünürün Platon'la Pritikin'i bağdaştırmaya bu kadar yaklaşamadığı konusunda hemfikir. Yağın kendisi bir madde, bir maddenin özü ya da o özün bir durumudur. Büyük sorun kalçalarınızda toplandığında başlar. Sokrates öncesi felsefeciler arasından Zeno kilonun bir illüzyon olduğunu ve bir insanın ne kadar çok yerse yesin, her zaman hiç mekik çekmeyen birinin yarısı kadar şişman olacağını belirtmişti. İdeal bir beden arzusu Atinalıların takıntısıydı. Aiskylos'un kayıp bir oyununda, Klitemnestra öğünler arası atıştırmayacağına dair ettiği yemini bozup, artık mayosuna sığmadığını fark ettiğinde kendi gözlerini oyar. Kilo sorununu bilimsel terimlere tercüme eden Aristo'dur. 'Etik'in ilk parçalarından birinde bir insanın çevresinin belinin ölçüsünün pi sayısıyla çarpılmasıyla elde edilebileceğini belirtir. Bu bilgi ortaçağa, Aquinas birkaç menüyü Latince'ye çevirinceye ve gerçekten iyi istiridye barları açılıncaya kadar yeterli oldu. Dışarıda yemeye kilise hâlâ sıcak bakmıyordu ve vale parkı rüşvet günahı sayılıyordu. Bildiğimiz kadarıyla Roma İmparatorluğu açık sıcak hindili sandviçi ahlaksızlığın en yüksek noktası olarak gördü; birçok sandviç kapalı kalmaya zorlanıyordu ve ancak reformasyondan sonra açılmalarına izin verildi. 14. yüzyıl dini resimlerinde ilk kez lanetlenme şişmanların salata ve yoğurda mahkum bir şekilde cehennemde dolaşmaları şeklinde betimlendi. İspanyollar özellikle çok zalimdi, engizisyon sırasında bir insan avokadoyu yengeç etiyle doldurduğu için idam edilebilirdi. Hiçbir filozof suç ve kilo problemini çözmeye yaklaşamadı, ta ki Descartes akıl düşünürken beden tıkınsın diye akılla bedeni ikiye ayırana dek. Felsefenin büyük sorusu hâlâ şu: Yaşam anlamsızsa şehriye çorbasıyla ilgili ne yapılabilir?..."
Devamı için tık tık

WOODY ALLEN
(Çeviri: Zeynep Aksoy)

Pazartesi, Mart 17, 2008

Virginia Wolf'u Anımsarken

"Fakat bir konuda, mutfakta Bayan Woolf un eline kimse su dökemezdi. şaşılacak bir maharette ekmek pişirirdi. Monks House' a geldiğim ilk gün, ekmek pişirmesini bilip bilmediğimi sormuştu bana. Kendi ailem için ara sıra pişirsem de bu konuda usta olmadığımı söylemiştim kendisine. Mutfağa gelip "Louie " demişti, " nasal yapılacağını size göstereceğim. Kendimiz yaparız hep ekmeğimizi. " Hazırlanışını gördüğümde ve Bayan Woolf 'daki titizliği, şaşkına dönmüştüm. Bana hamurun hazırlanışı, un ve maya miktarı, nasıl yoğrulacağıni gösterdi. Öğleye kadar yanıma üç-dört kez , hamuru yoğurmaya gelmişti. Ve nihayetinde evlerde pişirilen ekmekler gibi şekillendirilmiş ve doğru ısıda pişmişti. Fakat tam burada Bayan Woolf un hiç de pratik bir insan olmadigını belirtmem gerekiyor- dikiş dikemezdi mesela, örgüden anlamaz, araba kullanamazdıi-, fakat her defasında pratik gerektiren bu işin üstesinden gelmeyi biliyordu. Bayan Woolf gibi ekmek pişirmek haftalarimi aldi almasına ama, uzun uğraşlar sonucu, boynuzun kulağı geçtiğini söyleyebilirim.

Bir süre sonra Monks House'da değişik yemekler yemeye başlamıştım. Bay ve Bayan Woolf'un büyük miktarda yemek hazırlamamı sevmez, yine de iyi yaşayıp, iyi yemek yemesini bilirlerdi. Yaban etine bayılırlardı -iyi hazırlanmış soslarıyla kar tavuğuna ve sülüne. Pudingler hafif olmalıydı, çoğu zaman krem ve sufleydi zaten bunlar. Yemek konusunda yoğunlaşmaya başlamıştım. Bunun üzerine Bay Woolf, ilerlemişler için Brighton Technical College"de yemek kursuna katılmamı önerdi. Müthiş bir fikirdi bu. Bir yıllık kursu ayaralayansa Bayan Woolf olmuştu. Şevkle katılıyordum yemek kurslarına. Rodmell'den ner sabah saat on birde çıkar, akşam yemeğine hazırlamak ve yeni gösterilen tarifleri deneyebilmek için ikindi vakti dönerdim yine. Yıl sonuna doğru zor yemekleri pişirebiliyor, Monks House'a misafir gönderdiğimde iyi bir mönü aranje edebiliyordum. Bayan Woolf misafir ağırlamak için kendisini iyi hissediyorsa tabii."

Louie Mayer
(Almanca'dan Türkçeleştiren: Melike Öztürk)

Cumartesi, Mart 15, 2008


"Simon içeri girdi; gülüyordu. - Büyükbabayla tanıştın demek. Pek hoştur kendisi, çocukların eğlencesidir. Boğazına çok düşkündür. Her yemekte çatlayacak derecede yer. Kendi haline bıraksan, ne kadar çok yiyeceğini tahmin edemezsin. Neyse, birazdan göreceksin zaten. Tatlılara sanki onlar birer genç kızmış gibi bakar. Şimdiye kadar bundan daha gülünç bir şeye rastlamamışsındır, birazdan göreceksin.
...
O sırada bir çan çaldı. Akşam yemek vaktini haber vermek içindi bu. Aşağı indim.
...
Simon, ellerini ağzının iki yanında kavuşturarak, "Bu akşam yemekte sütlaç var" diye bağırdı ihtiyara doğru. Yaşlı adamın kırışık yüzü aydınlandı; söyleneni anladığını ve memnun olduğunu belli etmek için tepeden tırnağa iyice sarsıldı. Nihayet yemeğe başladık. Simon, bana dönerek, "Bak!" diye fısıldadı. Büyükbaba çorbayı sevmemişti; yemek istemiyordu ama sağlığı için gerekli olduğunu öne sürerek ona zorla yedirmeye uğraşıyorlardı. Uşak, çorbayla doldurduğu kaşığı zorla adamın ağzına sokuyor, yaşlı adam ise, canla başla karşı koyuyor ve ağına akıtılan çorbayı içmemek için masaya ve yanındakilerin üzerine püskürtüyordu. Çocuklar gülmekten kırılırken, babaları da "İhtiyar ne kadar komik, değil mi?" diye söyleniyordu. Bütün yemek boyunca yalnızca ihtiyarla meşgul oldular. Büyükbaba, masaya konan yemekleri bakışlarıyla yiyor, çılgınca salladığı elleriyle tabakları tutup kendisine çekmeye çalışıyordu. Yemekleri hemen hemen ihtiyarın ulaşabileceği uzaklığa koyuyorlar ve burnuna gelen yemek kokularının kışkırttığı ihtiyarın tabaklara doğru yaptığı titrek hamlelerini ve çılgınca hareketlerini seyrediyorlardı. İhtiyar, anlaşılmaz biçimde homurdanıyor ve salyası boynundaki peçeteye akıyordu. Bütün aile de, bu tuhaf ve tiksinti verici işkenceden zevk duyuyordu. Daha sonra, büyükbabanın tabağına biraz yemek kondu. Yaşlı adam, tabağına bir parça daha konması için önündekini büyük bir oburlukla silip süpürdü. Sütlaç getirildiği zaman ihtiyar çırpınmaya başladı. Sızıldanıp duruyordu. Gontran, büyükbabaya döndü ve "Bugün çok yediniz, size tatlı yok" diyerek, ona sütlaç verilmeyecekmiş gibi davrandılar. Yaşlı adam, bunun üzerine ağlamaya başladı; her tarafı titriyerek ağlarken, çocuklar katıla katıla gülüyorlardı. Nihayet, büyükbabanın payını da tabağına koydular. Adamcağız ilk lokmasını yutarken boğazından garip bir ses çıkardı ve çok büyük bir lokmayı yutan ördeklerinkini andıran bir boyun hareketi yaptı. Tabağındaki bitirince, biraz daha tatlı vermeleri için tepinmeye başladı. Büyükbabanın çektiği gülünç ve yürek parçalayıcı işkence karşısında dayanadım ve "Hadi, biraz daha tatlı verin ona" dedim. Simon, "Yoo, dostum, diyerek söze karıştı, bu yaşta fazla yerse, rahatsız olabilir". Sözümü geri aldım ve sustum. "Neredesin mantık, ahlâk ve sağduyu" diye geçirdim içimden. Sağlığını öne sürerek ihtiyarı o yaşta tadabileceği tek zevkten yoksun bırakıyorlardı. Ölgün ve titrek ihtiyar ne yapacaktı ki bundan sonra sağlığı? Sayılı günlerine karışıyorlardı onun. Kaç günü kalmıştı ki şunun şurasında? On, yirmi, elli ya da yüz günü mü? Neden böyle yapıyorlardı? Sağlığını korumak için mi, yoksa onun boğazına düşkünlüğünün ortaya çıkardığı sahneleri bütün ailenin biraz daha seyretmesini sağlamak için mi? Yaşlı adamın artık hayatta yapacağı başka hiçbir şey kalmamıştı ki. Onun için tek bir istek, tek bir sevinç kaynağı kalmıştı. Neden bu sevinç ona bütünüyle yaşatılmıyordu? Yemeğin ardından uzun bir süre kâğıt oynadıktan sonra yatmak için odama çıktım. Üzüntülü, çok üzüntülüydüm! Pencerenin önüne oturdum. Yakındaki bir ağaçtan gelen yumuşak, tatlı ve güzel kuş cıvıltılarından başka hiçbir şey duyulmuyordu dışarıda. Bu kuş, kuluçkaya yatmış dişisi için böyle yumuşak sesle gece boyu ötecekti. Bense, şu sırada çirkin karısının yanında horul horul uyuyan zavallı dostumun beş çocuğunu düşündüm... "
Guy de Maupassant -Bir Aile(3 Ağustos 1886)