Üstü çiçeksiz
Cumartesi, Ekim 20, 2007
Bir masa
Üstü çiçeksiz
Cumartesi, Ağustos 25, 2007
MEDENİYET
Ne okuma bilirsin ne sayı
Ne üstünde var ne başında
Ne midende ne kursağında
Bari gel de görgünü arttır
Medeniyet öğren ayı.
Yemek masası nedir, peçete nedir,
Çatal bıçak nedir gör!
Giymek şart değil ya,
Ayakkabı gör, gömlek gör,
İngiliz kumaşı gör, naylon çorap gör,
Jartiyer bile görsen faydası var.
Tarak deyip de geçme
Saçını tara da gör
Kafan nasıl işlemeye başlar.
Kanalizasyon gördün mü sen hiç?
Gel de kanalizasyon gör,
Yemek şart değil ya,
Döner kebap gör, su böreği gör,
Ekmek gör be ekmek,
Ne görsen faydası var!
Melih Cevdet ANDAY
TECELLİ
Cuma, Temmuz 27, 2007
KADEH
Cumartesi, Temmuz 21, 2007
"Kapuska, yemek meraklısı evlerde başka türlü yapılırdı: İri bir baş lahananın şeklini bozmadan içini ustalıkla oyarlar, bir kısmını çıkartıp yerine yağlı et parçaları yahut pastırma dilimlerikoyarlar, kapatırlar, güvecin ağzını da hamurlayıp küllü ateşte ağır ağır, tıkır tıkır, saatlerce bırakırlardı: Zamanı gelip de açtınız mı, bakardınız ne lahananın lahanalığı, ne de pastırmanın pastırmalığı kalmış.. Hepsi ilik!.."
"Beyoğlu'ndaki Balıkpazarı'nın birkaç yerinde cilalı mermer tezgahlar ve yalaklar üzerine dizilmiş barbunyalara bakarken, memnuniyetlerini gözlerinden okurum: Oh derim, bunlar nasılsa layık oldukları mevkii alabilmişler.. Balıkları çürümüş sepetlerle çinko yalaklara koymaklığımız ve paslı çengellere asmaklığımız doğru değildir. Taze bir kalkan balığı, bence, o misilsiz eti şerefine antika masa saatleri gibi cam kavanozlara konmağa, yahut Holivut yıldızıymış gibi yatağına krep jorjetten bir cibinlik takılmaya layıktır.. Taze balık kokusu.. Bu, o kadar güzel, iştah açıcı, kuvvet kamçılayıcı, enerji hayat arzusu verici bir orijinal rayihadır ki, henüz bir parföm şişesinde niçin yer almamıştır, şaşarım.."
"Ufacık iken başımdan bir yassı kadayıf meselesi geçmişti. Birgün sofrada yassı kadayıfı tabağıma koyarlarken, 'ben onu sevmem, yemem' demiş bulundum.. 'Peki olur a!' dediler amma iki dakika sonra yüreğime bir pişmanlıktır çöktü; gözümü tabaktan alamıyordum, bol cevizi, koyu tatlısı, ibrişim gibi hoş püskülleriyle yassı kadayıf gittikçe gözümde letafet kesbediyordu.. Fakat 'Vazgeçtim, yiyeceğim!' demeye izzeti nefsim bir türlü müsaade vermiyordu. Yutkuna yutkuna kalktım, içim hüzün dolu odadan çıktım.."
"Çilek bence meyvelerin menekşesidir. Menekşe kadar mahviyetkar (alçakgönüllü), menekşe gibi rayihalı, menekşe kadar aceleci ve naziktir. Baharla beraber çıkar, az sürer, itina ister, insanların sevgililerine verecekleri en mutena çiçek muhakkak ki menekşedir, bir demet menekşe.. Fakat bir sepet çilek de verebilir. Çilekle menekşede saf, derin aşkların rayiha ve hatırası saklıdır. Çok zengin bir adam olsaydım yazı masamın üzerinde daima bir demet menekşe ve yemek masamın üzerinde de bir tabak çilek bulundururdum ve isterdim ki sevgilimin vücudu menekşe ve ağzı çilek koksun."
Refik Halid Karay
Salı, Haziran 05, 2007
Casanova’nın Aşk Mönüsü
"Kazanova, 50’li yaşlarında İtalya’ya döner ve Salerno’da iki genç kıza, Armellina ve arkadaşı Emilia’ya tutulur. Nihayet bir gün onları operaya götürmeyi başarır. Operadan sonra da kızlara bir ziyafet çeker. Sofrada tam 100 tane istiridye vardır. Kızlar sofradan çok etkilenir. ‘Açlıktan ölmek üzere olan aşkım, ağzımı kıskanıyordu’ diye anlatıyor anılarında Kazanova. İstiridyeleri birbirlerinin ağzından kaptıkları neşeli bir yemek yenir... Birkaç gün sonra yine buluşup bir istiridye ziyafeti çekerler. Kazanova bir handa iki oda ayırtır, birinde geniş bir kanepe olmasını ayarlar. Mersinbalığı ve trüfle içilen şaraplar ve şöminenin ateşi, kızların kürklerini çıkartmalarını sağlar. İstiridyeleri ağızdan yeme oyunu tekrar başlar." Sonrasını ise Kazanova şöyle anlatıyor: "Emilia’nın ağzındaki istiridyelerden biri, göğüslerinin arasına düştü. Emilia istiridyeyi almaya kalkınca, oyunun kurallarını hatırlatarak korsesinin bağlarını açıp istiridyeyi düştüğü yerden kendi dudaklarımla almam gerektiğine ikna ettim. Onu soymama itiraz etmedi, istiridyeyi öyle bir aldım ki, bu sırada istiridyemi bulup çiğneme ve yutma zevkleri dışında başka zevkler aldığımı hissettirmedim."
"Bedensel haz kültü, hep en önemli şey olmuştur benim için. Hiçbir zaman hayatımda daha önemli bir şey olmadı. Hep öbür cinsiyet için yaratıldığımı düşündüm, onun için de hep onu sevdim ve elimden geldiği kadar kendimi sevdirdim. Yemek yemenin verdiği hazlara da tutkuyla bağlandım. Merakımı cezbeden her şeye hayrandım."
"Kadın cinsi tıpkı beslenmek için gerekli yemekler kadar faydalıdır erkeğe. Erkek, aslında tek bir yemekle doyabilecekken, çeşitli şekillerde hazırlanmış yüzlerce yemek ister. Aslında bu çeşitlerin verdiği doygunluk aynıdır ama erkek bunu ancak yedikten sonra hisseder. Yiyip bitirdiği çeşitli yahnilerin her birinden ayrı bir keyif alır. Aynısı aşk hazzı için de geçerlidir. Her kadın diğerinden farklı bir yahnidir. Sonuç aynıdır, ama erkek bunu iş bittikten sonra anlar. Bunun adına kararsızlık denir. Olabilir, ama bu kararsızlık yemek düşkünlüğüne benzer. İnsan hem yemek, hem aşk konusunda yanılabilir, ama aldığı haz konusunda yanılmaz. Çünkü bu haz her seferinde gerçekten farklıdır."
Casanova’nın Aşk Mönüsü - Eva Eckstein / Everest Yayınları
Salı, Mayıs 29, 2007
Mutfak Çıkmazı
Bir zamanlar kasabanın en zengini olan Divitoğlu ailesi, yoksul düşmesine rağmen kasaba halkından hâlâ büyük saygı görmektedir. Ailenin son umudu İlyas, Cumhuriyet’in ilk yargıtayında üye olan dedesinin izinden gidip hukuk fakültesini kazandığında aile zar zor denkleştirdiği parayla İlyas’ı İstanbul’a gönderir. İlyas Emel isimli bir kıza âşık olur, evlenme teklif eder, reddedilir ve içindeki tutku yön değiştirerek yemek yapma aşkına dönüştürür ve İlyas’ın hayatını alt üst eder. Artık birbirinden güzel yemekler yapma tutkusu sevgilisini, ailesini, okulunu ve yargıç olma hayalini unutturmuş, yaşamının tek anlamı yemek olmuştur.
Salı, Mayıs 15, 2007
Anne ve mutfak
Cumartesi, Nisan 28, 2007
Atatürk ve yemek
tek başına yemek yemezdi. En az 30-40 kişilik yemek yapardık. "
"Mutlaka kuru fasulye olacak. Atatürk'ün en sevdiği yemek kuru
fasulyeydi çünkü. Ne zaman isteyeceği belli olmadığı için, biz her sabah mutlaka
kuru fasulyeyi hazır ederdik. İster Çankaya Köşkü'nde olalım, ister
Dolmabahçe'de, mutlaka yapardık. Yapardık ve yemezse döker sabah tekrar
yapardık. Hatta trenle seyahat ettiğimizde bile ilk işimiz kuru fasulye
yapmaktı. "
Hatta kılıç balığı bile bulunurdu. Tabaklara büyük özen gösterirdik. Bamyalar
bile tabaklara tek tek dizilirdi. O denli güzel görünürdü."
"Bursa-Yenişehir'e trenle yola çıktık. Atatürk'ün programı var. İnip
yerleşeceğiz, araba göndermişler. Yola çıktık, ama ne olduysa araba devrildi.
Aşçıbaşı 150 kiloluk bir adamdı. Üzerime devrildi. Neyse zar zor arabada nefes
almayı başardık. Bizi çıkardılar. Ama dışarı çıktık, 'Atatürk yemek istiyor'
diye birileri geldi. Trene nasıl yetiştiğimizi hatırlamıyorum. Meğer Atatürk
kızmış, trene binmiş ve gidiyoruz demiş."
"O zaman aylığım 20 liraydı. Çok iyi paraydı tabii. Atatürk'ün yanında
çalıştığımızı duyan herkes çok büyük ilgi gösterir, çekinirdi. Askerlik
yoklamasına gittiğimde 'Atatürk'ün aşçısı' diye herkes duymuş, herkes sessiz
bana karşı. Şimdi çıkıp Cumhurbaşkanı'nın yanında çalışıyorum desem kim
ilgilenir? "
"Dolmabahçe'deydik. Atatürk Yalova'ya gitti. O gün sabahtan çalışmaya
başladık. Krema hazırlıyoruz. Ocağın üzerine tencereleri koyduk ve diğer işleri
yapıyoruz. Çok ısınmış. Derken bir patlama. Bütün İstanbul birbirine girdi,
'Dolmabahçe yanıyor' diye. Bacadan ateş çıkmış ama büyük bir şey değil. Hemen
itfaiye geldi, çıkıp baktılar. Bunun için kaç defa ifade verdik sayısını bile
unuttum. Atatürk'e de ulaştırmışlar tabii. Eyvah şimdi kızacak diyorduk ama
Atatürk bize kızmadı. "
Ulu Önder Atatürk'ün, 1931-1935 yılları arasında aşçılığını yapan Halit Atay’ın anılarından
“Atatürk'ün sofrasından hepimizin ruhunda ve dimağında nice derin, tatlı ve ibret verici anılar, yaşama ve insanlığa dair, nice değerli dersler kalmıştır.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu
“Atatürk’ün sofrası umumi karakteriyle bir bilginler sofrasıydı.”
“Bu bir içki ve cümbüş sofrası değildi. Dostları ile hatta düşmanları ile sohbet ve tartışma meclisi idi. (..) Pek azı zevk ve eğlence meclisi olmuştur. Saatlerce pek ciddi şeyler okur veya yazardık. (..) “Türk dili ve Türk tarihi meselelerinin, onun sofrasında tam bir fakültelik zaman tutmuş olduğunu tahmin ediyorum.”
"Şu bilinmelidir ki, Gazi Paşa'nın sofrası asla bir işret alemi yeri, bir vakit geçirme, bir zaman öldürme yeri değildi.. O bu sofrayı adeta bir okul haline sokmuştu. Dünya sorunlarının, yurt sorunlarının, ilmin, felsefenin, sanatın, insanlık idealinin ve uygar Türk Ulusu'nun geleceğinin sabahlara kadar tartışıldığı bir okuldu bu sofra... Aydınlıklarla, iyi niyetlerle dolu bir sofra."
Sabiha Gökçen
“Atatürk’ün sofrası, sofradan çok bir okula benzerdi. Sofrayı hazırlarken nasıl çiçekle süslemeyi ihmal etmezsem tabakların, bıçakların yanına mutlaka birer bloknot ile kalem yerleştirmeyi de hiç unutmazdım. Yemek odasının bir köşesinde de okullardaki gibi bir de kara tahta bulunurdu. Tebeşiriyle silgisiyle o da sofranın bir parçasıydı. Belki şaşanlar olurdu ama o karatahtaya ben bile çağrılmıştım.
Biz sofrayı hazırlarken, Atatürk’ün davetlileri de genellikle bilardo odasına alınırlardı. Bazen Atatürk davetlilerini bilardo oynarken karşılardı. Bilardoyu çok oynardı. Davetliler tamam olunca da: ‘Buyurun, isterseniz sofraya oturalım’ diyerek ev sahipliği yapardı. Sofrada konuşulan, yada tartışılan konular, çoğu kez şafak sökünceye kadar sürebilirdi. Tartışılan konuyu ise, düşüncelerini öğrenmek istediği misafirlerine:
‘Beyefendi, siz bu konuda ne buyuruyorsunuz?’ Diye sorardı. En uzun konuşmaları bile sabırla dinlerdi. Sonra da bir başka misafire dönerek: ‘Ya siz ne diyeceksiniz acaba? Ya da sizin bir diyeceğiniz var mı’ diye sürdürürdü.
Kısaca, sofrasında bulunanların gözlemleriyle de belirtmeye çalıştığımız, Atatürk’ün sofrasına çağırılanlar; elbette O’nun değer verdiği kişilerdi. Çoğu kez kalabalık bir topluluğu oluşturan bu kişiler; hepsi kendi alanlarında otoriter isim yapmış kimselerdi”
...
Güzel bir fikir söyleyen, ya da güzel bir espri yapan oldu mu, elindeki birkaç leblebinin bir yada ikisini bu arkadaşının avucuna koyarak beğenisi açıklardı.Sevdiği yemekler: Etsiz kuru fasulye(Atatürk buna “yağlı fasulye” derdi), pilav, omlet, karnıyarıktan hoşlanırdı. İçki ne kadar uzarsa uzasın yemek yemez, içki bittikten sonra yemeğe otururdu.”
İsmet BOZDAĞ
“Sabah kahvaltısında; çay, kahve içiyor, fazla bir şey yemiyordu. Soğuk ayranla, bir dilim ekmek yerdi. Bazen bir kase yoğurt yer, sonra sütlü kahve içerdi.Öğle yemeği: Bir iki dilim ekmek yerdi. Etsiz kuru fasulye, pilav çok sevdiği yemekti. Kuru fasulyeye, yağlı fasulye derdi. Ayran ve limonata içiyordu. İki dilim ekmeği ayrana batırarak yiyordu. Yoğurt da ayrıca yiyordu. Kuru fasulyeye okulda alıştım demiştir. Kışla yemeği, askerî yemek sayılmıştır kuru fasulye. İkindi üzeri ekmeksiz bir bardak ayran içerdi. Sofradan genellikle doymuş olarak değil, aç kalkarmış.
Akşam yemeği: Akşam yemeğinin ayrı bir önemi var. Konuklarıyla birlikte yiyordu. Devlet görevi akşam yemeklerinde devam ediyordu. Omlet seviyormuş, özellikle gece geç saatlerde acıkınca peynirli omlet yermiş. Sahanda yumurta da severmiş. Etli taze bamya de sevdiği yemeklerden. Karnıyarık da severmiş. Onu pilav karıştırarak yermiş. Haşlanmış kuşkonmaz da sevdiği bir yemek. Enginarı hiç yememiş. İstediği halde hiç yiyememiş. Hastayken enginar yemek istemiş. Hatay'dan ısmarlamışlar. Fakat kendisi komaya girmiş ve yiyememiş. Ara sıra fava denilen zeytinyağlı, limonlu bakla ezmesinden istediği olurdu. Tatlılarla arası pek iyi değilmiş. Ama gül reçeli severmiş. Kahveyi orta şekerli içermiş. 10-15 fincan içermiş. Her gün 40-50 sigara içermiş. Meyvelerden kavun seviyormuş. Kavrulmuş, tuzlu leblebi, fıstık da sevdiği yiyeceklerden. Soğan, sarımsak, pastırma gibi kokulu yiyecekleri sevmiyormuş. İçkilerden rakı ve bira içiyordu. Sofrasında çeşit bol değilmiş. Köşkte hazırlanan yemekleri yiyordu. Sarhoşluktan hiç hoşlanmadığı söylenmektedir.
Çocukluğunda annesinin yaptığı Selanik'in ıspanaklı böreğini çok severmiş. Seyahatlerinde gittiği yerlerde kendisine ikram edilen yörenin yemeklerini zevkle yermiş. Ama bunlar O'nun sürekli yediği yiyecekler değildi. Kırşehir'de çorba, hindili pirinç pilavı, su böreği, karışık turşu ve meyve ikramları ile karşılaşmıştır. Kırşehir'in su böreğini çok beğenmiş. Kaman'da sahanda yumurta, yoğurt, balbaşı, pekmez ve meyve yemiş. Kızarmış tavuk, bulgur pilavı da orada ikram edilen yemekler arasındadır. Kaman'da ikram edilen yoğurt ve pekmez karışımı bir tatlı olan balbaşı pekmez dürüm yada sokum biçiminde yufka ekmekle yenir ki Atatürk bu yiyeceği de sevmiş. Adana'da severek yediği yemekler şunlardı: Bamya dolması, patlıcan hünkâr beğendi, güveç, sini köftesi, domatesli pirinç pilavı, hanım göbeği tatlısı. Tarsus'ta baklava yemiş ve ayran içmiş. Ayrıca çok miktarda marul yemiş. Siroza yakalanıp halsiz düştüğü günlerde tatlı yemesi gerektiğinde Yanya tatlısı ve irmik helvası çok hoşuna gitmişti. Konya'da kendisine sedirler saç böreği ve Höşmerim denen kaymaklı tatlı ikram edilmiş ve Atatürk bu özel yiyeceklerden memnun kalmıştı. Özellikle belediye başkanının evinde hanımı bu yemekleri O'na ikram etmiştir.
Prof. Dr. Mahmut TEZCAN
Cuma, Nisan 06, 2007
Chocolat
Salı, Nisan 03, 2007
Yemek ve içmek üzerine
Marriage Feast at Cana-Hieronymous Bosch
SONRA han sahibi yaşlı bir adam söz aldı, bize Yemek ve içmekten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Olabilse de yeryüzünü saran buhur ve bitkiler gibi aydınlıkla beslenerek yaşanabilse yalnız.
Ama değil mi ki, yemek için öldürmek ve susuzluğunu gi dermek uğruna, yeni doğmuş bebeği bile anasının sütünden mahrum etmek zorunda kalıyorsun, öyleyse bırak da bu davranışın bir tapınma görüntüsüne bürünsün.
Bırak da sofran herkesin ortaklaşa yemek yediği bir sofra olsun. Bil ki, böyle bir sofraya katılanların içi, ormanların ve ovaların bilinen o saf temizliğinden daha saf ve temiz olur.
Bir hayvanı öldürdüğünde içinden şunları geçir:
"Seni kesip öldürten güç, günü gelince beni de öldürecek ve ben de senin gibi tüketileceğim."
Seni benim ölümcül ellerime gönderen yasa, beni de daha güçlü bir ele teslim edecek.
Senden ve benden akacak kanlar, ölümsüzler alemindeki ağa cın köklerine inen birer damladan başka bir şey değildirler."
Bir elmayı dişlediğinde de içinden şunları geçir:
"Tohumların benim vücudumda boy atacak,
Senin geleceğinin tomurcukları, benim yüreğimde yeşere cek,
Senin kokun, benim soluğum olacak,
Ve her mevsimi birlikte karşılayıp, birlikte kutlayacağız."
Mevsim sonbahara erdiğinde, bağından üzümleri toplayıp da cendereye doldurduğunda, içinden şunları geçir:
"Ben de sizler gibi bir asmayım ve benim yemişim de bir gün toplanıp aynı cendereye doldurulacak,"
Ve tıpkı yeni bir şarap gibi sonsuzluğun fıçılarında saklanılacağım."
Mevsim kışa erdiğinde, hazırladığın şarabı içerken, doldur duğun her kadeh için yüreğinde bir şarkı olsun.
Ve o şarkıda, sana hasat günlerini, üzüm bağını ve cendereyi anımsatan sözcükler bulunsun
Halil Cibran
Pazartesi, Nisan 02, 2007
Çarşamba, Mart 28, 2007
Salı, Mart 27, 2007
Oysters/ İstiridyeler
.................Ernest Hemingway, A Moveable Feast
Perşembe, Mart 22, 2007
Salı, Mart 20, 2007
Mide Bir Masal Diyarıdır
Yemek benim için seyirlik bir malzeme. Bir tutku. Bir saplantı. Bundandır Bit Palas ı yazarken İstanbul şehrini bir dilim yaş pasta gibi algılamam. En altta bir kat mezarlık, ölüler ve geçmiş, üzerine bir kat asfalt, modernitenin katları, aralarında Batılılaşma kreması... Katbekat komşular, koşuluklar, sırlar ve hikayeler... Bundandır yiyeceklerin romanlarımda salt bir dekor değil, başlıbaşına bir tema ve kimi zaman metaforlar olarak kullanılması. Yemek ile ilişkisi gayet "normal" ve her daim "sosyal" olagelmiş insanlara bunu anlatmak çok zor, biliyorum, ama yemek bazen bir hınç işidir, tutku işidir, saplantıdır, sanattır.
Eğer düzenli bir aile yapısı içinde büyüseydim farklı mı olurdu kestiremiyorum. Seyrederdim onları uzaktan. Sabah-öğle-akşam... Aile yuvalarında yemeğin bir ritmi ve sosyalliği vardır. Sofra kurulur, beraber yenir, sofra toplanır. Ne zaman, ne kadar ve ne yeneceğine ekseriya anne karar verir. Ben böyle büyümedim. Mesela gelirdim okuldan, Madrid de, ev boş, yalnızım geç vakte kadar, açardım koca bir paket cips, bir de incirli yoğurt ve geçerdim televizyonun karşısına, yemek sadece abur cubur, yemek tek başına yapılan bir şey, yemek bir sır, yemek bir yalnızlık çığlığı idi benim için çocukluğumda.
Zamanla sosyalleştim belki ama yemek ile aramdaki o duygusallık-kadınlık-yalnızlık üçlemesi hiç değişmedi. Kimi kadınlar yemek aracılığıyla hınçlarını alırlar. Toplumdan ve kendi bedenlerinden... Kimi kadınlar yemek aracılığıyla yaratmanın ve yıkmanın tadına varırlar. Onların hikayelerini yazdım romanlarımda. Bulimikler, anoreksikler kadar yemek metaforlarını da sıkça kullandım. Çünkü aslında ben yazıyı yenilebilir kılmak istiyorum. Her kitap bir sofra. Kimi yerlerde katılaştı ekşidi hikayeler, kimi yerde bir parmak bal kadar tatlı, kimi yerde akışkan şerbet kıvamında, kimi yerde ağulu bir acı, hüzün, öylesine...
Kelimeleri tadılır kılmak isterim gizliden gizliye. İsterim ki okur için bir ziyafet olsun her kitap, otursun masaya tek başına, alsın içine, tatsın, yesin ve doysun. Kelimeleri değil sadece, harfleri de tek tek tatsın, içine alsın ve değişsin kimyası onun da, tıpkı yazarken benim kimyamın değiştiği gibi...
Yemek ciddi mesele benim nezdimde. Kimbilir belki bir gün pişirmeyi de öğrenirim... "
*"Mide bir masal diyarıdır.
Hudut boylarını çikolatadan muhafızlar bekler.
Muhafızları yiyince, hiçbir engel kalmaz rejimi bozanın önünde. Uçsuz bucaksız ve yasaksız bir alemin kapıları açılıverir hududu geçince. Mide bir masal diyarıdır. Ve o masal diyarı boyunca insan ile hayvan, zarif ile kaba, güzel ile çirkin, uygar ile vahşi, çekici ile iğrenç arasındaki mesafe topu bir lokmacıktır. O da çabucak ham yapılır." s: 167
"Elli yaşlarında/ elli pare top atışıyla/ sızım sızım/ acısını kutlamakta/ her parede şıkıdım şıkıdım/ göbek atmakta/ evli barklı/ üç çocuk anası/ susuz limonlar gibi memeleri/ erken kurudu rahmi/ oysa sevmezdi kanını/ aklının ucundan geçmezdi/ özleyebileceği/ ama çabuk kabullendi/ zaten o hep öyleydi/ hep munis/ ve de suspus/ kimse ondan âlâ pişiremezdi/ ıspanaklı kol böreğini/ bir kaşığa dokuz mantı sığdırırdı/ kalem inceliğinde sarardı/ yaprak sarmasını/ inci gibiydi yazısı/ okuldayken yani/ o zamanlar her şey ne iyiydi/ ılık bir süt misali/ boğazından aşağı iniyordu hayat/ içini ısıtarak/ o zamanlar/ herkes etrafında pervane/ emrine amade/ sonradan kocası olacak hergele/ en çok da o/ nasıl da dolanırdı peşinde/ hergele lafı az bile/ bunca seneden sonra/ hiç utanmadan/ yaşına başına bakmadan/ sen kalk da/ mis gibi yuvanı/ gül gibi karını/ boyunca çocuklarını/ et feda/ hem de kimin uğruna/ kızı yaşındaymış valla/ yosmanın teki/ hevesi geçince/ parasını yiyince/ haydi yallah/ kışkışlayacak bizimkini/ sık dişini/ zaten erkek kısmının/ aklı sonradan gelir başına/ dayan çocukların hatrına/ hem, tek sen misin sanki/ hepimiz geçtik bu yollardan/ az ceviz kırmadı rahmetli babam/ hiç ses çıkardım mı bunca zaman/ farzet ki/ kızılcık şerbeti/ geçecek elbet/ geçmeli/ her şey gibi/ bu da geçip gidecek/ elbet dönecek/ diz çöküp af dileyecek/ senden âlâ yapabilir ki/ ıspanaklı kol böreğini/ hem kim sığdırabilir/ dokuz mantıyı bir kaşığa/ o şırfıntı mutfağın yolunu bilir mi sanki/ onun mahareti başka/ öylelerinin kadınlığı kibrit ateşi/ sönüverir yataktan çıkınca/ oysa sen/ senin kadınlığın dillere destan/ hem..." s: 8-9
"Tığ gibiydi babaanne. Öyle yavaş çiğnerdi ki lokmaları, dişsiz ağzında tel tel çözülerek tadını çoktan yitiren yemeğini nihayet yuttuğunda, ne yediğini unutmuş olurdu. Zaten bir önemi de yoktu. Yemek seçmek nankörlüktü. Öyle derdi. Öyle derdi ve zaman zaman, bile bile kötü pişirirdi yemekleri. Bazen hiç tut serpmez, bazen de acıyı basar ya da gıdım yağ koymazdı. Çocuk her şeyi yemeye alışmalıydı. Tabii, yememeye de." s: 183
"Mide bir masal diyarıdır. Kırk gün kırk gece boyunca dolup taşan ziyafet sofralarında som altından kadehlerle kuş sütü ve devasa kazanlarla çorba dağıtılan, ırmaklarından semavi şaraplar akan, şelalelerinde ölümsüzlük iksiri çağlayan, dağlarının doruklarından sıhhat balı damlayan bir edebi saadet diyarı. Ve bunun ne kadar boş olabileceği anlamak için, mamasından aldığı her kaşıkta gülücükler dağıtan gürbüz bir bebeğin mutluluğunu görmek yeter.
Mide bir masal diyarıdır. Her kırkıncı günün sonunda kırkıncı kapıdan çıkıveren ejderhanın ağzından püskürttüğü ateşle kül edip, ambarlarında tek bir buğday tanesi, sarnıçlarında tek bir su damlası bile bırakmadığı; yedişer senelik kuraklıklanı bereketini kuruttuğu ve kara ormanlarında kötü kalpli büyücülerin kazan kazan maraz kaynattığı bir ezeli lanet diyarı. Kimsenin doymak nedir bilmediği, kemirgen açlıklar diyarı. Ve bunun ne kadar korkunç olabileceğini anlamak için, ölüm döşeğinde yediğini kusan yaşlı ve hasta bir adamın ızdırabını görmek yeter.
Mide bir masal diyarıdır.
Ve her masal gibi, arka bahçesinde sırlanır." s: 197-198
*Elif Şafak, Mahrem, Metis Yayınevi, İstanbul, 8. basım, Kasım 2004
Kaynak: http://www.elifsafak.us/
Kişisel not: Gel de bu kadını sevme...
Cuma, Mart 16, 2007
“'When you wake up in the morning, Pooh,' said Piglet at last, 'what's the first thing you say to yourself?' 'What's for breakfast?' said Pooh. 'What do you say, Piglet?' 'I say, I wonder what's going to happen exciting today?' said Piglet. Pooh nodded thoughtfully. 'It's the same thing,' he said.”
........................A. A. Milne, The House at Pooh Corner
Çarşamba, Mart 14, 2007
Yalnızlığa Düşkünlük
Oda kararmış gökyüzü görünüyor. Dışarı çıkınca
geniş kırlığa götürür dingin yollar az sonra.
Göğe bakıyor ve yiyorum - kimbilir şimdi
kaç kadın yemek yiyordur - gövdem dingin;
sersemleştiriyor gövdemi iş ve her kadın.
Dışarıda akşam yemeğinden sonra, yıldızlar gelip
geniş ovanın toprağına dokuncaklar. Yıldızlar
canlı, değersiz ama bu bir başına yediğim kirazlar.
Göğü görüyorum. Biliyorum ama paslı çatıların
arasında parıldayan ışıkları ve altında yapılan
gürültüleri. Koca bir yudumla bitkilerin ve ırmakların
tadını alıyor kendini her şeyden ayrı duyan gövdem.
Biraz sessizlik yetiyor, her varlık kendi gerçek
yerinde duruyor, gövdemin duruşu gibi.
Sessizliğin uğultusunu dağıtmaksızın benimseyen
duygularımın önünde her varlık yalıtılmış.
Damarlardan geçen kanımı bildiğim gibi
her varlığı karanlıkta bilebilirim.
Tüm varlıkların akşam yemeği, koca bir suyun
otların arasında aktığı yerdir ova.
Kımıltısız yaşıyor her bitki ve her taş.
Bu ova üzerinde yaşayan her varlığın damarlarını,
beni besleyen besinleri dinliyorum.
..................................Cesar Pavese
Salı, Mart 06, 2007
Pazartesi, Mart 05, 2007
Perşembe, Mart 01, 2007
Salı, Şubat 27, 2007
.......................Balzac:Gaëtan Picon; Ecrivain de toujours, Seuil.
Cuma, Şubat 23, 2007
Son yemek
Leonardo da Vinci-The Last Supper
"Luke22:14>15 Yemek saati gelince İsa, elçileriyle birlikte sofraya oturdu ve onlara şöyle dedi: «Ben acı çekmeden önce bu Fısıh yemeğini sizinle birlikte yemeyi çok arzulamıştım.
Luke 22:16 Size şunu söyleyeyim, Fısıh yemeğini, Tanrı'nın Egemenliğinde yetkinliğe erişeceği zamana dek, bir daha yemeyeceğim.»
Luke 22:17 Sonra kâseyi alarak şükretti ve, «Bunu alın, aranızda paylaşın» dedi.
Luke 22:18 «Size şunu söyleyeyim, Tanrı'nın Egemenliği gelene dek, asmanın ürününden bir daha içmeyeceğim.»
Luke 22:19 Sonra eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve onlara verdi. «Bu sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın» dedi.
Luke 22:20 Aynı şekilde, yemekten sonra kâseyi alıp şöyle dedi: «Bu kâse, sizin uğrunuza akıtılan kanımla gerçekleşen yeni antlaşmadır."
......................................................Kitab-ı Mukaddes
Perşembe, Şubat 22, 2007
David Emil Joseph de Noter/A Maid in the Kitchen
“Ben menüyü öğrenmek üzere mutfağa indiğim saatte, yemek hazırlıklarına başlanmış olurdu; devlerin aşçılık ettiği masal âlemlerindeki gibi birer çırağa dönüşmüş olan doğa güçlerine hükmeden Françoise, kömürü karıştırır, patatesleri buhardan geçirir, iri teknelerden, karavanalardan, kazanlardan, balık tencerelerinden av etinin piştiği çömleklere, pasta kalıplarına, küçük krema çanaklarına kadar çok çeşitli seramik kaplarda, her boydan tencerelerde önceden hazırlanmış olan mutfak sanatı şaheserlerini, ateşte tam kıvamında pişirerek tamamlardı. Bulaşıkçı kızın ayıkladığı, bir oyuna ait yeşil bilyeler gibi masanın üzerine dizilmiş bezelyeleri durup seyrederdim; fakat asıl hayranlık duyduğum, başaklarındaki incecik eflatun ve gök mavisi çizgiler, aşağıya-hâlâ fidanın toprağının durduğu- diplere indikçe, sanki bu dünyaya ait olmayan menevişlenmelerle ton ton açılan, koyu mavi ve pembeye bulanmış kuşkonmazlardı.”
....................................Marcel Proust/Kayıp Zamanın İzinde
Salı, Şubat 20, 2007
Pazartesi, Şubat 19, 2007
Cumartesi, Şubat 17, 2007
"... Konumlandığım yerde içim içimi yiyordu. Bu muharebeye tüm varlığımla hazır mıydım? Tecrübe, teçhizat ve tedrisat açısından yeterince donanımlı mıydım? Her ne olursa olsun, iman gücümün yeterli olacağını düşünerek teskin ettim kendimi. Tam artık bekleyecek halimin kalmadığından endişelenmeye başlıyordum ki, ilk tepsi mutfaktan çıktı. Tepsinin içindeki iki yayvan tabağı anında önüme çektim. Kule misali bir yığın kızarmış patatesle doluydu birinci tabak. Patatesler şüphe arz ediyordu. Bu patateslerin, dondurucudan çıkıp fritöze atılan hazır patates dilimleriyle hiç bir yakınlık taşımadığı kesindi. Olağan dışı derecede canlı, tehlikeli, içlerindeki gizli yumuşaklığı fütursuzca kızarmış altın sarısı kabuklarıyla gizleyen ve sırf kokularıyla bile insanı kendinden geçirebilen karakterde, nerdeyse her biri ayrı birer kimlik taşıyan patateslerdi bunlar. Sağ elimin zapt ettiğim yerden fırlayıp içlerinden birinin üstüne çullanmasına ramak kalmıştı ki, dikkatim ikinci tabaktaki dumanı tüten sosu üstüne yeni dökülmüş acı soslu burgu makarna tarafından esir alındı. Sersemledim. O domateslerin o kekikle, kırmızı biberle, sarımsakla nasıl bir muameleden geçerek öylesine afallatıcı bir birlik oluşturduğunu anlayabilmeme imkân yoktu ve zaten onlar tabaktaki burgularla birleştikleri anda görev tamamlanmış, yapılabilecek hiçbir şey de kalmamıştı. Tepsinin önümden geçmesine izin verirken, içim kan ağlıyordu. İkinci tepsi, beni bu sarsıntıyı atlatma gayretimin tam ortasında yakaladı. Birinci tabaktaki yeşilliklerin üstünde yatan kızarmış tavuk filetolarını gördükten sonra gözlerimi ovuşturmak zorunda kalarak tekrar baktım. Renklerin yoğunluğu ve kokunun derinliği gözlerimi yaşartmıştı çünkü. Tekrar baktığım zaman anladım ki, o tavuk filetoları hayatları boyunca tam da bu şekilde susamlara bulanarak bu mükemmellikte ve bu kıtırlıkta kızartılmak istemişlerdi, hatta büyük ihtimalle bunun için dünyaya gelmişlerdi. "
........................................Fidan Terzioğlu/Hazdan Kaçan Kadınlar
Cuma, Şubat 16, 2007
Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası)
Bu sofracık efendiler -ki yutulmaya hazır
Huzurunuzda titreyen -şu milletin hayatıdır.
Şu milletin ki can çekişir, şu milletin ki acılıdır
Fakat sakın çekinmeyin; yiyin, yutun hapır hapır.
Yiyin efendiler yiyin; bu iştah sofrası sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler, pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?
Şu nimetler sofrası bakın, gelişinizle övünür
Bu, hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir.
Yiyin efendiler yiyin; bu içaçıcı sofrası sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Hepsi bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say;
Soy sop, şeref ve şan, oyun, düğün, konak, saray.
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...
Yiyin efendiler yiyin; bu iştah sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar,
İhtişamın gururu var, intikamın sevinci var.
Bu sofra iltifatınızdan işte mutluluk umar
Sizin şu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...
Yiyin efendiler yiyin; bu can katan sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa: malını,
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayâlini,
Olanca rahatını, gönlünün tüm sevincini,
Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helâlini...
Yiyin efendiler yiyin; bu iştah sofrası sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak!
Bugün ki mi'deler kavi, bugün ki çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...
Yiyin efendiler yiyin; bu haykıran sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
.............Tevfik Fikret - Haziran 1912
Perşembe, Şubat 15, 2007
AKŞAM SOFRASI
Yorgunlara minderle hasır.
Ne güzel, ne bulunmaz gündü
Güneş dağın ardına indi.
Çavdar somunu bulgur ve bıçak
Esmerleşen akşamla sıcak.
Duyulan tek kuş sesi şimdi
Ovamın sessizliği belki.
Bölüştük ekmeği egemen
Babaca, yanaşma ve çoban.
Doğa baştan başa dingindi.
..........................Oktay rifat
Salı, Şubat 13, 2007
İnsan nerede doğmuş olursa olsun, yemek yemesi gerekir; bu, hem vahşi insanın hem de uygar insanın en büyük uğraşıdır. Ancak vahşi, gerektiği için yer. Uygar ise oburluktan. Biz bu kitabı uygar insan için yazıyoruz; vahşinin iştahını açmaya gereksinimi yoktur. Üç tür iştah vardır:
1. Aç olunduğunda duyulan bir his: Bu durumda yemek seçmeyle vakit geçirilmez; gerektiğinde bir parça etle, kızarmış bir sülün ya da çalıhorozuyla açlık dindirilir.
2. İnsan acıkmadığı halde masaya oturup nefis bir yemeğin tadına baktıktan sonra hissettiği şey; bu durum 'insanın yedikçe yiyesi geliyor' deyişine tam uyar.
3. Üçüncü iştah, yemekte masaya gelen leziz yemekten sonra yemeğin sonunda, konuklar doyup da arkalarına bakmadan masayı terk edecekleri sırada gelen ve onları son bir keyif uğruna yerlerine çivileyen nefis bir yemeğin açtığı iştahtır.
Tarih ayrıcalığın, haytalığın, pisboğazlığın keyfini sürmek için kimi erkeği ve kadını seçmiştir. Yaklaşık iki bin üç yüz yıl önce, kadın oyuncu Anglais öğün arası yemeğinde on livre (1 livre = 460 gram) et, her biri bir livrelik on iki ekmek yer ve bunları altı şarapla lüplerdi. Alis adlı bir başka Yunanlı kadın da erkekleri yeme yarışına davet ederdi; zamanın en büyük yiyicilerine bir kez bile yenilmemiştir. Theodorit tavuktan başka bir şeyin olmadığı Suriye'de bir kadının günde otuz tavuk ve yirmi ekmek yediğini, buna karşın doymadığını anlatır. Oyuncu Thangon İmparator Aurelianus'un karşısında bir yaban domuzu, bir koyun, bir genç domuz ve bir süt domuzu yemiştir; yüz ekmekten fazla yemiş, bizim şişelerimizle yüz şişe doldurulabilecek bir fıçı şarabı içmiştir. İmparator Claudius Albinus bir gün öğle yemeğinde beş yüz incir, yüz şeftali, on kavun, yüz incirkuşu, dört düzine midye ve on livre üzüm yemiştir. İmparator Maksim her gün kırk livre et yer, seksen pincta (yirmi galon) şarap içerdi. Gerçi boyu sekiz ayaktı, eni de epeyce fazlaydı: Karısının bileziklerini yüzük diye, kemerini de bilezik diye takardı.
Alexandre Dumas- Büyük Mutfak Sözlüğü'nden
Cumartesi, Şubat 10, 2007
On Soup/çorba üzerine
Cuma, Şubat 09, 2007
ateşin başına çömelmiş, kalan son kahvelerini yapıyordu çocuk. kupalardan birini doldururken kıza baktı. kız da bakışını ona iade etti tam bir meydan okumayla. çocuk kahvesine şeker attı. aralarındaki gerilim bir anda tavan yaptı. sonra- sonra çocuk süt tozu kattı kahvesine. herşey bitiverdi elbette."
June Guenette