Salı, Nisan 03, 2007

Yemek ve içmek üzerine


Marriage Feast at Cana-Hieronymous Bosch

SONRA han sahibi yaşlı bir adam söz aldı, bize Yemek ve içmekten söz et, dedi.
Ve El Mustafa yanıtladı:
Olabilse de yeryüzünü saran buhur ve bitkiler gibi aydın­lıkla beslenerek yaşanabilse yalnız.
Ama değil mi ki, yemek için öldürmek ve susuzluğunu gi­ dermek uğruna, yeni doğmuş bebeği bile anasının sütünden mahrum etmek zorunda kalıyorsun, öyleyse bırak da bu davra­nışın bir tapınma görüntüsüne bürünsün.
Bırak da sofran herkesin ortaklaşa yemek yediği bir sofra olsun. Bil ki, böyle bir sofraya katılanların içi, ormanların ve ovaların bilinen o saf temizliğinden daha saf ve temiz olur.
Bir hayvanı öldürdüğünde içinden şunları geçir:
"Seni kesip öldürten güç, günü gelince beni de öldürecek ve ben de senin gibi tüketileceğim."
Seni benim ölümcül ellerime gönderen yasa, beni de daha güçlü bir ele teslim edecek.

Senden ve benden akacak kanlar, ölümsüzler alemindeki ağa­ cın köklerine inen birer damladan başka bir şey değildirler."
Bir elmayı dişlediğinde de içinden şunları geçir:
"Tohumların benim vücudumda boy atacak,
Senin geleceğinin tomurcukları, benim yüreğimde yeşere­ cek,
Senin kokun, benim soluğum olacak,
Ve her mevsimi birlikte karşılayıp, birlikte kutlayacağız."
Mevsim sonbahara erdiğinde, bağından üzümleri toplayıp da cendereye doldurduğunda, içinden şunları geçir:
"Ben de sizler gibi bir asmayım ve benim yemişim de bir gün toplanıp aynı cendereye doldurulacak,"
Ve tıpkı yeni bir şarap gibi sonsuzluğun fıçılarında sakla­nılacağım."
Mevsim kışa erdiğinde, hazırladığın şarabı içerken, doldur­ duğun her kadeh için yüreğinde bir şarkı olsun.
Ve o şarkıda, sana hasat günlerini, üzüm bağını ve cende­reyi anımsatan sözcükler bulunsun

Halil Cibran

Pazartesi, Nisan 02, 2007


“...let me eat, or else take your government again; for an office that will not afford a man his victuals is not worth two beans.”
Miguel de Cervantes, Don Quixote

Supper at Emmaus


Supper at Emmaus-CARAVAGGIO

Çarşamba, Mart 28, 2007


“Bread, milk and butter are of venerable antiquity. They taste of the morning of the world.”
Leigh Hunt (1784-1859), The Seer

Simply breakfast


Salı, Mart 27, 2007

Oysters/ İstiridyeler


“As I ate the oysters with their strong taste of the sea and their faint metallic taste that the cold white wine washed away, leaving only the sea taste and the succulent texture, and as I drank their cold liquid from each shell and washed it down with the crisp taste of the wine, I lost the empty feeling and began to be happy and to make plans.”
.................Ernest Hemingway, A Moveable Feast
"I will not eat oysters. I want my food dead - not sick, not wounded - dead. "
................Woody Allen

Salı, Mart 20, 2007

Mide Bir Masal Diyarıdır


"Sürekli başıma geliyor, orada burada okurlardan çok iyi yemek yaptığıma dair tahminler işitiyorum. "Mutfakla aranız epey iyi olmalı" diyorlar, "bu kadar detaylı yemek tarifleri yapabildiğinize göre, siz de hayli iyi bir aşçı olmalısınız..." Aşçı mı? Oysa ben hani şu yumurta dahi kırmakta zorlananlardanım. Ömrü hayatımda ne bir kap yemek pişirmişliğim var, ne mutfağa girmeye kalkışmışlığım. İzlemeyi severim ben, görmeyi gözlemlemeyi okumayı ve araştırmayı severim. Velhasıl, yemek sözkonusu olunca teorim alabildiğine sağlamdır, sağlam olmasına da, pratik resmen sallantıda.

Yemek benim için seyirlik bir malzeme. Bir tutku. Bir saplantı. Bundandır Bit Palas ı yazarken İstanbul şehrini bir dilim yaş pasta gibi algılamam. En altta bir kat mezarlık, ölüler ve geçmiş, üzerine bir kat asfalt, modernitenin katları, aralarında Batılılaşma kreması... Katbekat komşular, koşuluklar, sırlar ve hikayeler... Bundandır yiyeceklerin romanlarımda salt bir dekor değil, başlıbaşına bir tema ve kimi zaman metaforlar olarak kullanılması. Yemek ile ilişkisi gayet "normal" ve her daim "sosyal" olagelmiş insanlara bunu anlatmak çok zor, biliyorum, ama yemek bazen bir hınç işidir, tutku işidir, saplantıdır, sanattır.

Eğer düzenli bir aile yapısı içinde büyüseydim farklı mı olurdu kestiremiyorum. Seyrederdim onları uzaktan. Sabah-öğle-akşam... Aile yuvalarında yemeğin bir ritmi ve sosyalliği vardır. Sofra kurulur, beraber yenir, sofra toplanır. Ne zaman, ne kadar ve ne yeneceğine ekseriya anne karar verir. Ben böyle büyümedim. Mesela gelirdim okuldan, Madrid de, ev boş, yalnızım geç vakte kadar, açardım koca bir paket cips, bir de incirli yoğurt ve geçerdim televizyonun karşısına, yemek sadece abur cubur, yemek tek başına yapılan bir şey, yemek bir sır, yemek bir yalnızlık çığlığı idi benim için çocukluğumda.

Zamanla sosyalleştim belki ama yemek ile aramdaki o duygusallık-kadınlık-yalnızlık üçlemesi hiç değişmedi. Kimi kadınlar yemek aracılığıyla hınçlarını alırlar. Toplumdan ve kendi bedenlerinden... Kimi kadınlar yemek aracılığıyla yaratmanın ve yıkmanın tadına varırlar. Onların hikayelerini yazdım romanlarımda. Bulimikler, anoreksikler kadar yemek metaforlarını da sıkça kullandım. Çünkü aslında ben yazıyı yenilebilir kılmak istiyorum. Her kitap bir sofra. Kimi yerlerde katılaştı ekşidi hikayeler, kimi yerde bir parmak bal kadar tatlı, kimi yerde akışkan şerbet kıvamında, kimi yerde ağulu bir acı, hüzün, öylesine...

Kelimeleri tadılır kılmak isterim gizliden gizliye. İsterim ki okur için bir ziyafet olsun her kitap, otursun masaya tek başına, alsın içine, tatsın, yesin ve doysun. Kelimeleri değil sadece, harfleri de tek tek tatsın, içine alsın ve değişsin kimyası onun da, tıpkı yazarken benim kimyamın değiştiği gibi...

Yemek ciddi mesele benim nezdimde. Kimbilir belki bir gün pişirmeyi de öğrenirim... "



*"Mide bir masal diyarıdır.
Hudut boylarını çikolatadan muhafızlar bekler.
Muhafızları yiyince, hiçbir engel kalmaz rejimi bozanın önünde. Uçsuz bucaksız ve yasaksız bir alemin kapıları açılıverir hududu geçince. Mide bir masal diyarıdır. Ve o masal diyarı boyunca insan ile hayvan, zarif ile kaba, güzel ile çirkin, uygar ile vahşi, çekici ile iğrenç arasındaki mesafe topu bir lokmacıktır. O da çabucak ham yapılır." s: 167

"Elli yaşlarında/ elli pare top atışıyla/ sızım sızım/ acısını kutlamakta/ her parede şıkıdım şıkıdım/ göbek atmakta/ evli barklı/ üç çocuk anası/ susuz limonlar gibi memeleri/ erken kurudu rahmi/ oysa sevmezdi kanını/ aklının ucundan geçmezdi/ özleyebileceği/ ama çabuk kabullendi/ zaten o hep öyleydi/ hep munis/ ve de suspus/ kimse ondan âlâ pişiremezdi/ ıspanaklı kol böreğini/ bir kaşığa dokuz mantı sığdırırdı/ kalem inceliğinde sarardı/ yaprak sarmasını/ inci gibiydi yazısı/ okuldayken yani/ o zamanlar her şey ne iyiydi/ ılık bir süt misali/ boğazından aşağı iniyordu hayat/ içini ısıtarak/ o zamanlar/ herkes etrafında pervane/ emrine amade/ sonradan kocası olacak hergele/ en çok da o/ nasıl da dolanırdı peşinde/ hergele lafı az bile/ bunca seneden sonra/ hiç utanmadan/ yaşına başına bakmadan/ sen kalk da/ mis gibi yuvanı/ gül gibi karını/ boyunca çocuklarını/ et feda/ hem de kimin uğruna/ kızı yaşındaymış valla/ yosmanın teki/ hevesi geçince/ parasını yiyince/ haydi yallah/ kışkışlayacak bizimkini/ sık dişini/ zaten erkek kısmının/ aklı sonradan gelir başına/ dayan çocukların hatrına/ hem, tek sen misin sanki/ hepimiz geçtik bu yollardan/ az ceviz kırmadı rahmetli babam/ hiç ses çıkardım mı bunca zaman/ farzet ki/ kızılcık şerbeti/ geçecek elbet/ geçmeli/ her şey gibi/ bu da geçip gidecek/ elbet dönecek/ diz çöküp af dileyecek/ senden âlâ yapabilir ki/ ıspanaklı kol böreğini/ hem kim sığdırabilir/ dokuz mantıyı bir kaşığa/ o şırfıntı mutfağın yolunu bilir mi sanki/ onun mahareti başka/ öylelerinin kadınlığı kibrit ateşi/ sönüverir yataktan çıkınca/ oysa sen/ senin kadınlığın dillere destan/ hem..." s: 8-9

"Tığ gibiydi babaanne. Öyle yavaş çiğnerdi ki lokmaları, dişsiz ağzında tel tel çözülerek tadını çoktan yitiren yemeğini nihayet yuttuğunda, ne yediğini unutmuş olurdu. Zaten bir önemi de yoktu. Yemek seçmek nankörlüktü. Öyle derdi. Öyle derdi ve zaman zaman, bile bile kötü pişirirdi yemekleri. Bazen hiç tut serpmez, bazen de acıyı basar ya da gıdım yağ koymazdı. Çocuk her şeyi yemeye alışmalıydı. Tabii, yememeye de." s: 183

"Mide bir masal diyarıdır. Kırk gün kırk gece boyunca dolup taşan ziyafet sofralarında som altından kadehlerle kuş sütü ve devasa kazanlarla çorba dağıtılan, ırmaklarından semavi şaraplar akan, şelalelerinde ölümsüzlük iksiri çağlayan, dağlarının doruklarından sıhhat balı damlayan bir edebi saadet diyarı. Ve bunun ne kadar boş olabileceği anlamak için, mamasından aldığı her kaşıkta gülücükler dağıtan gürbüz bir bebeğin mutluluğunu görmek yeter.

Mide bir masal diyarıdır. Her kırkıncı günün sonunda kırkıncı kapıdan çıkıveren ejderhanın ağzından püskürttüğü ateşle kül edip, ambarlarında tek bir buğday tanesi, sarnıçlarında tek bir su damlası bile bırakmadığı; yedişer senelik kuraklıklanı bereketini kuruttuğu ve kara ormanlarında kötü kalpli büyücülerin kazan kazan maraz kaynattığı bir ezeli lanet diyarı. Kimsenin doymak nedir bilmediği, kemirgen açlıklar diyarı. Ve bunun ne kadar korkunç olabileceğini anlamak için, ölüm döşeğinde yediğini kusan yaşlı ve hasta bir adamın ızdırabını görmek yeter.

Mide bir masal diyarıdır.
Ve her masal gibi, arka bahçesinde sırlanır." s: 197-198



*Elif Şafak, Mahrem, Metis Yayınevi, İstanbul, 8. basım, Kasım 2004
Kaynak: http://www.elifsafak.us/

Kişisel not: Gel de bu kadını sevme...

Cuma, Mart 16, 2007


“'When you wake up in the morning, Pooh,' said Piglet at last, 'what's the first thing you say to yourself?' 'What's for breakfast?' said Pooh. 'What do you say, Piglet?' 'I say, I wonder what's going to happen exciting today?' said Piglet. Pooh nodded thoughtfully. 'It's the same thing,' he said.”
........................A. A. Milne, The House at Pooh Corner

Campbell's Soup Can-Andy Warhol


Campbell's Soup II -Andy Warhol


Cream of Mushroom Soup-Andy Warhol


Portfolio of Ten Silkscreens-Campbell’s soup II


Campbell's Chicken Noodle Soup Box-Andy warhol

Çarşamba, Mart 14, 2007

Supper at the House of Burgomaster Rockox


Frans Francken II

Yalnızlığa Düşkünlük


Akşam yemeği yiyorum biraz, aydınlık pencerede.
Oda kararmış gökyüzü görünüyor. Dışarı çıkınca
geniş kırlığa götürür dingin yollar az sonra.
Göğe bakıyor ve yiyorum - kimbilir şimdi
kaç kadın yemek yiyordur - gövdem dingin;
sersemleştiriyor gövdemi iş ve her kadın.

Dışarıda akşam yemeğinden sonra, yıldızlar gelip
geniş ovanın toprağına dokuncaklar. Yıldızlar
canlı, değersiz ama bu bir başına yediğim kirazlar.
Göğü görüyorum. Biliyorum ama paslı çatıların
arasında parıldayan ışıkları ve altında yapılan
gürültüleri. Koca bir yudumla bitkilerin ve ırmakların
tadını alıyor kendini her şeyden ayrı duyan gövdem.
Biraz sessizlik yetiyor, her varlık kendi gerçek
yerinde duruyor, gövdemin duruşu gibi.

Sessizliğin uğultusunu dağıtmaksızın benimseyen
duygularımın önünde her varlık yalıtılmış.
Damarlardan geçen kanımı bildiğim gibi
her varlığı karanlıkta bilebilirim.
Tüm varlıkların akşam yemeği, koca bir suyun
otların arasında aktığı yerdir ova.
Kımıltısız yaşıyor her bitki ve her taş.
Bu ova üzerinde yaşayan her varlığın damarlarını,
beni besleyen besinleri dinliyorum.


..................................Cesar Pavese

Salı, Mart 06, 2007



'Everything in the room is eatable, even I'm eatable, but that's called cannibalism.'

................................... Johnny Deep as Willie Wonka

Pazartesi, Mart 05, 2007


“Tufan yatıştıktan sonra yiyecek bir şeyleri olsun istemişti. Sular altında geçirilen beş buçuk yıldan sonra sebze bahçelerinin çoğu süpürülüp gitmiş; geriye kala kala sadece pirinç tarlaları kalmıştı. Bu yüzden çoğumuz da Nuh'un gözünde iki ayaklı, dört ayaklı ya da bilmem kaç ayaklı müstakbel yiyeceklerden başka bir şey olmadığımızı biliyorduk. Şimdi olmasa bile, daha sonra; bizler olmazsak, çocuklarımız. Tasavvur edebileceğiniz gibi, hoş bir duygu değildi bu. Nuh'un Gemisi'nde bir paranoya ve korku atmosferi hüküm sürüyordu. Bundan sonra sıra hangimize gelecekti acaba? Bugün Ham'ın karısının hoşuna gitmeyecek olursanız, yarın akşam yahniniz yapılmış olabilirdi...”

...............................Julian Barnes-101/2 Bölümde Dünya Tarihi

Perşembe, Mart 01, 2007


"Mr Leopold Bloom ate with relish the inner organs of beasts and fowls. He liked thick giblet soup, nutty gizzards, a stuffed roast heart, liverslices fried with crustcrumbs, fried hencods' roes. Most of all he liked grilled mutton kidneys which gave to his palate a fine tang of faintly scented urine."

"Mr. Leopold Bloom kasaplık hayvanların sakatatıyla kümes hayvanlarının iç organlarını büyük bir iştah ile yedi. İçine ciğeri kıyılmış koyu kıvamlı tavuk çorbasına, yenilmesi kıtır kıtır taşlıklara, fırında yürek dolmasına, dilinip ekmek kırıntısına bulanarak kızartılmış karaciğere, morinabalığı yumurtasının tavasına bayılırdı. Hepsinden çok, damağını belli belirsiz yakan hafif idrar kokulu koyun böbreği ızgarasını severdi.”

...............................James Joyce / Ulysses

Salı, Şubat 27, 2007


“Armutlar ve güzel şeftalilerden oluşan bir piramidi görünce dudakları titriyor, gözleri mutluluktan ışıldıyor, elleri sevinçle ürperiyordu... Kravatı çıkarılmış, gömleği açık, meyve bıçağı elinde, gülüp içerken, tatlı ve sulu bir yağ armudunun etini keserken bitkisel bir pantagrüelizmle kasılıyordu.”

.......................Balzac:Gaëtan Picon; Ecrivain de toujours, Seuil.

Cuma, Şubat 23, 2007

Son yemek


Leonardo da Vinci-The Last Supper

"Luke22:14>15 Yemek saati gelince İsa, elçileriyle birlikte sofraya oturdu ve onlara şöyle dedi: «Ben acı çekmeden önce bu Fısıh yemeğini sizinle birlikte yemeyi çok arzulamıştım.
Luke 22:16 Size şunu söyleyeyim, Fısıh yemeğini, Tanrı'nın Egemenliğinde yetkinliğe erişeceği zamana dek, bir daha yemeyeceğim.»
Luke 22:17 Sonra kâseyi alarak şükretti ve, «Bunu alın, aranızda paylaşın» dedi.
Luke 22:18 «Size şunu söyleyeyim, Tanrı'nın Egemenliği gelene dek, asmanın ürününden bir daha içmeyeceğim.»
Luke 22:19 Sonra eline ekmek aldı, şükredip ekmeği böldü ve onlara verdi. «Bu sizin uğrunuza feda edilen bedenimdir. Beni anmak için böyle yapın» dedi.
Luke 22:20 Aynı şekilde, yemekten sonra kâseyi alıp şöyle dedi: «Bu kâse, sizin uğrunuza akıtılan kanımla gerçekleşen yeni antlaşmadır."

......................................................Kitab-ı Mukaddes

Perşembe, Şubat 22, 2007


David Emil Joseph de Noter/A Maid in the Kitchen

“Ben menüyü öğrenmek üzere mutfağa indiğim saatte, yemek hazırlıklarına başlanmış olurdu; devlerin aşçılık ettiği masal âlemlerindeki gibi birer çırağa dönüşmüş olan doğa güçlerine hükmeden Françoise, kömürü karıştırır, patatesleri buhardan geçirir, iri teknelerden, karavanalardan, kazanlardan, balık tencerelerinden av etinin piştiği çömleklere, pasta kalıplarına, küçük krema çanaklarına kadar çok çeşitli seramik kaplarda, her boydan tencerelerde önceden hazırlanmış olan mutfak sanatı şaheserlerini, ateşte tam kıvamında pişirerek tamamlardı. Bulaşıkçı kızın ayıkladığı, bir oyuna ait yeşil bilyeler gibi masanın üzerine dizilmiş bezelyeleri durup seyrederdim; fakat asıl hayranlık duyduğum, başaklarındaki incecik eflatun ve gök mavisi çizgiler, aşağıya-hâlâ fidanın toprağının durduğu- diplere indikçe, sanki bu dünyaya ait olmayan menevişlenmelerle ton ton açılan, koyu mavi ve pembeye bulanmış kuşkonmazlardı.”

....................................Marcel Proust/Kayıp Zamanın İzinde

Salı, Şubat 20, 2007

Pazartesi, Şubat 19, 2007


One of the very nicest things about life is the way we must regularly stop whatever it is we are doing and devote our attention to eating.

Luciano Pavarotti & William Wright, Pavarotti, My Own Story

The sense of taste



....................................................Jan the Elder BRUEGHEL

Cumartesi, Şubat 17, 2007


"... Konumlandığım yerde içim içimi yiyordu. Bu muharebeye tüm varlığımla hazır mıydım? Tecrübe, teçhizat ve tedrisat açısından yeterince donanımlı mıydım? Her ne olursa olsun, iman gücümün yeterli olacağını düşünerek teskin ettim kendimi. Tam artık bekleyecek halimin kalmadığından endişelenmeye başlıyordum ki, ilk tepsi mutfaktan çıktı. Tepsinin içindeki iki yayvan tabağı anında önüme çektim. Kule misali bir yığın kızarmış patatesle doluydu birinci tabak. Patatesler şüphe arz ediyordu. Bu patateslerin, dondurucudan çıkıp fritöze atılan hazır patates dilimleriyle hiç bir yakınlık taşımadığı kesindi. Olağan dışı derecede canlı, tehlikeli, içlerindeki gizli yumuşaklığı fütursuzca kızarmış altın sarısı kabuklarıyla gizleyen ve sırf kokularıyla bile insanı kendinden geçirebilen karakterde, nerdeyse her biri ayrı birer kimlik taşıyan patateslerdi bunlar. Sağ elimin zapt ettiğim yerden fırlayıp içlerinden birinin üstüne çullanmasına ramak kalmıştı ki, dikkatim ikinci tabaktaki dumanı tüten sosu üstüne yeni dökülmüş acı soslu burgu makarna tarafından esir alındı. Sersemledim. O domateslerin o kekikle, kırmızı biberle, sarımsakla nasıl bir muameleden geçerek öylesine afallatıcı bir birlik oluşturduğunu anlayabilmeme imkân yoktu ve zaten onlar tabaktaki burgularla birleştikleri anda görev tamamlanmış, yapılabilecek hiçbir şey de kalmamıştı. Tepsinin önümden geçmesine izin verirken, içim kan ağlıyordu. İkinci tepsi, beni bu sarsıntıyı atlatma gayretimin tam ortasında yakaladı. Birinci tabaktaki yeşilliklerin üstünde yatan kızarmış tavuk filetolarını gördükten sonra gözlerimi ovuşturmak zorunda kalarak tekrar baktım. Renklerin yoğunluğu ve kokunun derinliği gözlerimi yaşartmıştı çünkü. Tekrar baktığım zaman anladım ki, o tavuk filetoları hayatları boyunca tam da bu şekilde susamlara bulanarak bu mükemmellikte ve bu kıtırlıkta kızartılmak istemişlerdi, hatta büyük ihtimalle bunun için dünyaya gelmişlerdi. "

........................................Fidan Terzioğlu/Hazdan Kaçan Kadınlar

Cuma, Şubat 16, 2007

Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası)



Bu sofracık efendiler -ki yutulmaya hazır
Huzurunuzda titreyen -şu milletin hayatıdır.
Şu milletin ki can çekişir, şu milletin ki acılıdır
Fakat sakın çekinmeyin; yiyin, yutun hapır hapır.
Yiyin efendiler yiyin; bu iştah sofrası sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler, pek açsınız, bu çehrenizde bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı, kim bilir?
Şu nimetler sofrası bakın, gelişinizle övünür
Bu, hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir.
Yiyin efendiler yiyin; bu içaçıcı sofrası sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Hepsi bu nazlı beylerin, ne varsa ortalıkta say;
Soy sop, şeref ve şan, oyun, düğün, konak, saray.
Bütün sizin, efendiler, konak, saray, gelin, alay;
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay...
Yiyin efendiler yiyin; bu iştah sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Büyüklüğün biraz ağır da olsa hazmı, yok zarar,
İhtişamın gururu var, intikamın sevinci var.
Bu sofra iltifatınızdan işte mutluluk umar
Sizin şu baş, beyin, ciğer, bütün şu kanlı lokmalar...
Yiyin efendiler yiyin; bu can katan sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!
Verir zavallı memleket, verir ne varsa: malını,
Vücudunu, hayatını, ümidini, hayâlini,
Olanca rahatını, gönlünün tüm sevincini,
Hemen yutun, düşünmeyin haramını, helâlini...
Yiyin efendiler yiyin; bu iştah sofrası sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak!
Bugün ki mi'deler kavi, bugün ki çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak...
Yiyin efendiler yiyin; bu haykıran sofra sizin;
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!


.............Tevfik Fikret - Haziran 1912

Perşembe, Şubat 15, 2007



The belly rules the mind.

.............Spanish Proverb

AKŞAM SOFRASI

Akşam sofrası yerde hazır
Yorgunlara minderle hasır.

Ne güzel, ne bulunmaz gündü
Güneş dağın ardına indi.

Çavdar somunu bulgur ve bıçak
Esmerleşen akşamla sıcak.

Duyulan tek kuş sesi şimdi
Ovamın sessizliği belki.

Bölüştük ekmeği egemen
Babaca, yanaşma ve çoban.
Doğa baştan başa dingindi.

..........................Oktay rifat

Salı, Şubat 13, 2007



İnsan nerede doğmuş olursa olsun, yemek yemesi gerekir; bu, hem vahşi insanın hem de uygar insanın en büyük uğraşıdır. Ancak vahşi, gerektiği için yer. Uygar ise oburluktan. Biz bu kitabı uygar insan için yazıyoruz; vahşinin iştahını açmaya gereksinimi yoktur. Üç tür iştah vardır:

1. Aç olunduğunda duyulan bir his: Bu durumda yemek seçmeyle vakit geçirilmez; gerektiğinde bir parça etle, kızarmış bir sülün ya da çalıhorozuyla açlık dindirilir.

2. İnsan acıkmadığı halde masaya oturup nefis bir yemeğin tadına baktıktan sonra hissettiği şey; bu durum 'insanın yedikçe yiyesi geliyor' deyişine tam uyar.

3. Üçüncü iştah, yemekte masaya gelen leziz yemekten sonra yemeğin sonunda, konuklar doyup da arkalarına bakmadan masayı terk edecekleri sırada gelen ve onları son bir keyif uğruna yerlerine çivileyen nefis bir yemeğin açtığı iştahtır.

Tarih ayrıcalığın, haytalığın, pisboğazlığın keyfini sürmek için kimi erkeği ve kadını seçmiştir. Yaklaşık iki bin üç yüz yıl önce, kadın oyuncu Anglais öğün arası yemeğinde on livre (1 livre = 460 gram) et, her biri bir livrelik on iki ekmek yer ve bunları altı şarapla lüplerdi. Alis adlı bir başka Yunanlı kadın da erkekleri yeme yarışına davet ederdi; zamanın en büyük yiyicilerine bir kez bile yenilmemiştir. Theodorit tavuktan başka bir şeyin olmadığı Suriye'de bir kadının günde otuz tavuk ve yirmi ekmek yediğini, buna karşın doymadığını anlatır. Oyuncu Thangon İmparator Aurelianus'un karşısında bir yaban domuzu, bir koyun, bir genç domuz ve bir süt domuzu yemiştir; yüz ekmekten fazla yemiş, bizim şişelerimizle yüz şişe doldurulabilecek bir fıçı şarabı içmiştir. İmparator Claudius Albinus bir gün öğle yemeğinde beş yüz incir, yüz şeftali, on kavun, yüz incirkuşu, dört düzine midye ve on livre üzüm yemiştir. İmparator Maksim her gün kırk livre et yer, seksen pincta (yirmi galon) şarap içerdi. Gerçi boyu sekiz ayaktı, eni de epeyce fazlaydı: Karısının bileziklerini yüzük diye, kemerini de bilezik diye takardı.

Alexandre Dumas- Büyük Mutfak Sözlüğü'nden

Pazartesi, Şubat 12, 2007


Great food is like great sex. The more you have the more you want.
Gael Greene

Sex is good, but not as good as fresh, sweet corn.
Garrison Keillor

The bean king


Jacob JORDAENS

Cumartesi, Şubat 10, 2007



"Let the sky rain potatoes."

................Shakespeare, The Merry Wives of Windsor

On Soup/çorba üzerine


"Beautiful soup, so rich and green,
Waiting in a hot tureen!
Who for such dainties would not stoop?
Soup of the evening, beautiful soup!
Soup of the evening, beautiful soup!"

...................................... Lewis Carroll

Cuma, Şubat 09, 2007

"garabaldi'de sırt çantasıyla yolculuk yapıyorlardı. sönmekte olan bir ateşi yeniden canlandırma girişimiydi bu gezi, ama işe yaramamıştı- birbiri ardına gelmişti düş kırıklıkları.

ateşin başına çömelmiş, kalan son kahvelerini yapıyordu çocuk. kupalardan birini doldururken kıza baktı. kız da bakışını ona iade etti tam bir meydan okumayla. çocuk kahvesine şeker attı. aralarındaki gerilim bir anda tavan yaptı. sonra- sonra çocuk süt tozu kattı kahvesine. herşey bitiverdi elbette."

June Guenette

Perşembe, Şubat 08, 2007

autumn,winter,spring,summer










..........................................Giuseppe Arcimboldo

Vertumnus



.........................................Giuseppe Arcimboldo

The vegetable gardener



................................Giuseppe Arcimboldo

Çarşamba, Şubat 07, 2007

The cook




Giuseppe Arcimboldo

Salı, Şubat 06, 2007



“And Tom brought him chicken soup until he wanted to kill him. The lore has not died out of the world, and you will still find people who believe that soup will cure any hurt or illness and is no bad thing to have for the funeral either.”

.....................John Steinbeck, East of Eden
One cannot think well, love well, sleep well if one has not dined well

.................................................Virginia Woolf

Pazartesi, Şubat 05, 2007

Kahve


Bazen hayat sadece bir kahve meselesi; ya da bir bardak kahvenin ne kadar yakınlık getirebileceğinden ibaret. Bir keresinde kahveyle ilgili bir şey okumuştum. Kahvenin sağlık için iyi bir şey olduğundan bahsediyordu; içorganları düzenliyormuş. Önce bunun hiç de hoş olmayan, garip bir yaklaşım olduğunu düşündüm; ama zamanla kendi içinde bir şeyler ifade ettiğini anladım. Ne demek istediğimi şimdi açıklayacağım. Dün sabah bir kızı görmeye gittim. Ondan çok hoşlanıyorum. Aramızda olan herşey geçmişte kaldı. Artık beni hiç umursamıyor. Onu terk ettim, keşke etmeseymişim. Kapısını çaldım ve aşağıda beklemeye başladım. Üst katta dolaştığını duyabiliyordum. Hareketlerinden yatağından kalktığını çıkardım. Uyandırmıştım onu. Merdivenlerden aşağıya indi. Yaklaştığını karnımda hissedebiliyordum. Attığı her adım duygularım karmakarışık ediyordu ve kaçınılmaz olarak ona kapıyı açtırdı. Beni gördü ve buna sevinmedi. Bir zamanlar bu onu çok sevindirirdi, geçen hafta. Bazen tüm onlar nereye gitti diye safça soruyorum kendime, "Kendimi iyi hissetmiyorum şu an," dedi. "Konuşmak istemiyorum. " "Bi' bardak kahve koyar mısın?" diye sordum, çünkü bu o anda dünyada en son isteyeceğim şeydi. Öyle bir söyledim ki sanki ona acaip kahve içmek isteyen, başka hiçbir şeyle ilgilenmeyen başka birinden bir telgraf okuyormuşum gibi çıktı sesim. "Peki," dedi. Merdivenlerden yukarıya onu takip ettim. Çok saçmaydı. Üstüne bir elbise geçirivermişti. Elbise daha tam olarak vücuduna intibak sağlayamamıştı. Size sonra bir ara onun kıçından bahsederim. Neyse, mutfağa girdik. Raftan bir tane neskafe kavanozu çıkarıp masanın üstüne koydu. Bir bardak ve çaykaşığı çıkardı. Ben de bardağa ve çaykaşığına baktım. Ağzına kadar suyla dolu çaydanlığı ocağa koyup altını yaktı. Tüm bu sürede tek bir laf etmemişti. Bu sürede elbiseleri vücuduna intibak sağladı. Ben artık sağlayamayacağım. Çıktı mutfaktan. Sonra merdivenlerden aşağıya inip hiç mektup falan gelmiş mi diye baktı. Ben gelirken görmedim diye hatırlıyorum. Tekrar yukarı çıkıp başka bir odaya girdi. Üstüne kapıyı kapadı. Ocağın üstündeki suyla dolu çaydanlığa baktım. Suyun kaynamasına daha yaklaşık bir sene vardı. Aylardan Ekim'di ve çaydanlıkta çok fazla su vardı. İşte o yüzden. Suyun yarısını lavaboya boşalttım. Şimdi daha çabuk kaynardı. Yaklaşık altı ayda falan. Ev sessizdi. Dışarıya verandaya baktım. Bir sürü çöp torbası vardı. Çöplerdeki konserve kutularına, soyulmuş kabuklara falan bakıp son zamanlarda neler yediğini çıkarmaya çalıştım. Hiç bir şey anlaşılmıyordu. Mart ayı geldi. Su kaynamaya başladı. Bu çok hoşuma gitti. Masaya baktım. Neskafe kavanozu, boş bardak ve çay kaşığı önümde bir cenaze servisi gibi duruyorlardı. Kahve yapmak için gereken malzeme bunlardır. On dakika sonra evden çıkarken, içimde bir mezar gibi güvende bir bardak kahve, "Kahve için sağol." dedim. "Bişey değil," dedi sesi kapalı kapının arkasından. Onun sesi de bir telgraf gibi çıkmıştı. Gitme zamanım gerçekten gelmişti. Günün geri kalanını kahve yapmayarak geçirdim. Büyük keyifti. Sonra akşam oldu, bir restoranda yemek yiyip bir bara gittim. Biriki içki yuvarlayıp biriki insanla konuştum. Bar adamlarıydık hepimiz ve bar şeyleri konuştuk. Hatırlanmayacak şeyler, bar kapanana kadar. Saat sabahın ikisiydi. Dışarı çıkmam gerekiyordu. San Fransisko sisli ve soğuktu. Sisi düşündüm; kendimi çok insani ve çaresiz hissettim. Başka bir kıza daha uğramaya karar verdim. Nerdeyse bir senedir hiç görüşmemiştik. Bir ara çok yakındık. Şu anda ne düşündüğünü merak ettim. Evine gittim. Kapı zili yoktu. Bu ufak da olsa bir başarı sayılırdı. Bütün ufak başarılarının kaydını tutmalı insan. Ben nasılsa yapıyorum. Kapıyı açtı. Önünde uzun bir elbise tutuyordu. Beni gördüğüne inanamadı. "Ne istiyorsun?" dedi, beni gördüğüne artık inanmış bir şekilde. Direk içeri daldım. Dönüp kapıyı kapatınca vücudunu profilden gördüm. Elbiseyi tamamen üstüne geçirmeye uğraşmamıştı. Sadece önünde tutuyordu. Başından ayaklarına kadar uzanan kırılmamış bir beden çizgisini görebiliyordum. Biraz garipti. Belki çok geç bi' saat olduğundan. "Ne istiyorsun?" dedi. "Bi' bardak kahve," dedim. Ne komik birşey, gerçekten istediğim yine kahve değildi. Bana bakıp hafifçe profilinin çevresinde döndü. Beni görmek hoşuna gitmemişti. SSK istediği kadar zaman herşeyi iyileştirir desin. Bedeninin kırılmamış çizgisine baktım. "Neden benimle bi' bardak kahve içmek istemiyo'sun?" dedim. "İçimden seninle konuşmak geldi. Ne zamandır hiç konuşmadık." Bana bakıp hafifçe profilinin çevresinde döndü. Bedeninin kırılmamış çizgisine baktım. Bu iyiye işaret değildi. "Çok geç oldu," dedi. "Yarın erken kalkmam gerekiyo'. Kahve istiyorsan, mutfakta neskafe var. Benim yatmam gerekiyo'." Mutfak ışığı açıktı. Koridordan mutfağa baktım. İçimden hiç gidip kendi başıma bir bardak daha kahve içmek gelmedi. Başka birinin evine daha gidip de bir bardak kahve istiyorum demek de gelmiyordu içimden. Bütün günümü çok garip ziyaretlere adadığımı farkettim, bu şekilde planlamamıştım halbuki. Ama en azından neskafe kavanozu masanın üstünde boş beyaz bir fincanla kaşığın yanında değildi. Bahar gelince bir erkeğin bütün hayallerinin aşk üzerine kurulduğunu söylerler. Eğer yeterli zamanı kalırsa, içlerine bir bardak kahve de koyabilir.
.................................................Richard Brautigan

Cumartesi, Şubat 03, 2007

Haiku Ambulance

A piece of green pepper
fell
off the wooden salad bowl:
so what?

................Richard Brautigan

Elma


Simdi sen çirilçiplak elma yiyorsun
Elma da elma ha allahlik
Bir yarisi kirmizi bir yarisi yine kirmizi
Kuslar uçuyor üstünde
Gökyüzü var üstünde
Hatirlanacak olursa tam üç gün önce soyunmustun
Bir duvarin üstünde
Bir yandan elma yiyorsun kirmizi
Bir yandan sevgilerini sebil ediyorsun sicak
Istanbul'da bir duvar

Ben da çiplagim ama elma yemiyorum
Benim öyle elmalara karnim tok
Ben öyle elmalari çok gördüm ohooo
Kuslar uçuyor üstümde bunlar senin elmanin kuslari
Gökyüzü var üstümde bu senin elmandaki gökyüzü
Hatirlanacak olursa seninle beraber soyunmustum
Bir kilisenin üstünde
Bir yandan çan çaliyorum büyük yasamaklara
Bir yandan yoldan insanlar geçiyor çogul olarak
Duvarda bir kilise

Istanbul'da bir duvar duvarda bir kilise
Sen çiripçiplak elma yiyorsun
Denizin ortasina kadar elma yiyorsun
Yüregimin ortasina kadar elma yiyorsun
Bir yanda esasli kederler içinde gençligimiz
Bir yanda Sirkeci'nin tren dolu kadinlari
Adettir sadece agizlaini öptürürler
Ayak üstü islerini görmek yerine

adimin bir harfini atiyorum

..............................................Cemal Süreya

Salı, Ocak 30, 2007


Karnım acıktı
Annemi yedim.
Şimdi çok yalnızım.

...................Budala

Sofra

Şu Varna deli etti beni,divâne etti.
Sofrada domates, yeşil biber, kalkan tavası,
radyoda "Ha uşaklar!" Karadeniz havası,
rakı kadehte aslan sütü, anason,
uy anason kokusu!
Ahbapça, kardeşçe konuşulan dilim...
A be islâh be, islâh be hâlim...
Şu varna deli etti beni
divâne etti...

.......................................Nâzım Hikmet

Sofra Adabı

Keşkek şu kazanda kaynar, benim bildiğim;
Şu güveçte helmelenir fasulya.
Kuzu şu kadar ateşte çevrilir;
Tuzlama şu tabağa konur ille..
Yumurta şu sahana kırılır.
Çorba mı? Çorba şu kaşıkla içilir tabii,
Hoşaf bu kaşıkla..
İster uskumru olsun, ister kolyoz,
İster orkinoz, ister hanos;
Balık şu bıçakla kesilir..
Şarap siyahsa şu kadehe konur elbet,
Beyazsa bu kadehe

Yavan ekmeği nasıl yersen ye...

..................................Metin Eloğlu

Cumartesi, Ocak 27, 2007

Kurabiye Hırsızı


Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,
Daha epeyce zaman vardı uçağın kalkmasına.
Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve
Bir paket kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.
Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki,
Ama yine de yanında oturan adamın
olabildiğince cüretkar bir şekilde
Aralarında duran paketten birer birer kurabiye
Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü saatteydi, "kurabiye hırsızı" yavaş yavaş tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik taklarındaydı ama yine de
engelleyemiyordu tik taklar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, "Kibar bir insan olmasaydım,
morartırdım şu adamın gözlerini!"
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca
"Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına,verdi diğer yarıyı kadına.
Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!"
Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,
Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,
Dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.
Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!
Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!"
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan,"kurabiye hırsızı"kendisiydi işte.


................................................................ Valerie COX

Cuma, Ocak 26, 2007

Yutucu


Adı Abel Webber’di ve söylentiye göre annesinin ağzından doğmuştu bir kasım sabahı. Abel buna inandı, çünkü öyle söylemişti babası daha hala küçücük bir çocukken. Doktorun ektopik hamilelik, lekeli sular ve annesinin Abel'e de geçen tuhaf ağız yapısı hakkında anlayamadığı birşeylerden bahsettiğini anlatmıştı. Abel'in çenesi bir bocurgat gibi çıtlardı ve dudak namına hiçbirşeyi yoktu, sadece yüzünü delen ve en ufak gülüşünde azı dişlerini ay ışığına tutan bir yarık.
Bazen annesinin onu öyle ulu orta kusup bıraktığı düşüncesi Abel'i deli ederdi ve evin içinde dört dönüp birşeyler yutardı. El fenerleri, saatler ve çarşaflar…
Abel, Lubbocklu bir adamın dünya rekorunu kırmak için bütün bir El Dorado'yu parça parça yemeye çalıştığını duyduğunda neredeyse yirmi yaşındaydı. Ölen adam her ne kadar başarısız olduysa da, Abel bu işte para olduğunu gördü ve hemen girişti.
Kısa zamanda bu sektörün kalabalık olduğunu, ağzına büyük ve tehlikeli, kendisinin aklına bile getirmeyeceği, çıngıraklar, kaktüsler, ekmek kızartma makineleri ve bisiklet zincirleri gibi, şeyler sokabilen yüzlerce insan olduğunu keşfetti.
Abel, seyyar bir festivalle seyahat etmeyi seçti. Bir gün kimse görmeden boya içtikten sonra izleyenlerin karşına çıkıp onlara beyaz bir fanila sundu. Bu fanilayı avcunun içinde bir tomar yapıp ağzına attı, yuttu ve nazikçe geri çıkardı. Fanila, çıktığında, örümcek ağı vitraylardan bile daha dallı budaklı desenlerle kaplıydı. Birçok insan alkışladı ama festival müdürü kaygılarını belirtti: Performans uygunsuzdu ve o fanilayı kimse satın alıp giymezdi.
Kendine güveni sarsılmayan Abel performansını karnavallarda, rodeo ve bit pazarlarında tekrarladı. Hiçbir zaman birşey satmamasına rağmen, birçok kez gereken kağıt küreği olmadığı için tutuklandı. Bu tutuklamalardan birinde polis Abel'e, birisinin onu aradığı haberini verdi. Babası ölmüştü, öyle söylediler. Polis bir de ender rastlanır jest yaparak, Abel'e, eve dönmesi için bir otobüs bileti aldı.
Cenaze töreninde, babasının vücudu kutuya tam sığmamasına rağmen, tabut açıktı. Babasının çenesi göğsüne gömülüydü. Törenin ortasında bir ara kolu tabuttan taşıp sarktı ve hafifçe sallandı. Abel babasının kolundaki saate bakarak bir tür hipnozun etkisi altına girdi. Yerinden kalktı, tabuta yürüyüp çöktü ve hıçkırıklara boğuldu. Cemaat dua etmesi için onu babasıyla yanlız bıraktı. Babasının kolunu yutmaya çalışırken dirseğinde takılıp boğulduğunuysa en son ilahi okunana kadar farketmediler.
...................................................................Stephen Ausherman

Kahvaltı


Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı

......................................................... Cemal Süreya

Çarşamba, Kasım 08, 2006

Çay

Çılgınlıktan uzak tek şey
bir fincan çaydır.– Gwendolyn Brooks

1

Bazen boğuluyorum gibi geliyor bana
içtiğim bütün bu çayın içinde,
sanki bir gün bulacaklar beni
yüzerken, sırtüstü, kendi yüzeyimde.
Adli tabip raporu:
"Ölüm nedeni tanin zehirlenmesi,
hayati organlar son derece bozulmuş ve renk değiştirmiş,
akıl almaz demlerden damıtılan
öldürücü bir kokteylden ötürü.
"Çokları gibi ben de
Hint, Çin, Seylan çaylarıyla başladım,
hemen ardından papatya çayı,
sonra rezene, adaçayı, kuşburnu, limon
yaprağı, kiraz sapı, portakal çiçeği, böğürtlen, kekik,
ıhlamur –
tıka basa dolu çılgın bir limonluk sanki.

Bir keresinde, sırılsıklam âşık oldum bahanesiyle
çarkıfelek, hindiba ve çin filizinden
yapılmış mis gibi bir karışım da içtim.
Bir Guiness birasının ya da buz gibi bir
cin toniğin tadına varabilseydim keşke.

2

Babaannem de çay bağımlısıydı.
Birinci Dünya Savaşı hazırlıksız yakaladı onu.
Karne günleri: Kalmış çayları bir daha demlemekle
ya da misafirliğe koşturmakla geçmişti günleri.
İkinci bir savaşın başladığı duyulduğunda
büyükbabamı çocukların odasına taşımış
ve doldurmuş ondan boşalan yeri
çay kutularıyla tavana kadar.
Babaannem için bir cehennemdi
Birinci Dünya Savaşı,
ikincisiyse keyifli bir dedikodu
çay saatlerinde.


Tony Curtis Bir Dağ Yolunda/Seçme Şiirler